Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), Kasım ayındaki COP30 vesilesiyle #İklimİçinSay etiketiyle “harekete geçmenin aciliyetini ve çözümlerin gücünü anlatan, iklim kriziyle ilgili 30 gerçeği” içeren bir metin paylaştı. Polen Ekoloji İklim Çalışma Grubumuzdan Gizem metni kendi formatına benzer şekilde ele aldı.
Yeşil Dönüşüm Yalanı, Yeni Madencilik Dalgası ve Sınırları Çoktan Aşılmış Bir Gezegen
Saymak Yetmez: Krizi Yaratan Sistemi İsimlendirmeden Çözüm Mümkün Değil
UNDP gibi kurumlar iklim krizini teknik bir “risk yönetimi” sorununa indirgemeye devam ediyor. “İklim İçin Say” kampanyası da bunun yeni versiyonu: sıcaklık rekorları, seller, yangınlar listeleniyor — fakat tüm bu yıkımın hangi sınıfsal güç ilişkileri tarafından üretildiği bilinçli biçimde görünmez kılınıyor.
Oysa ekolojik kriz, tarihsel arkaplanından koparılmış birkaç göstergenin toplamı değil: Kapitalist birikim rejiminin 500 yıldır sürdürdüğü kolonyal-ekstraktivist düzenin tarihsel görünümüdür.
Mesele “doğayı korumak” değil; doğayı ve emeği sömüren sistemi değiştirmektir. Bu yazı, “ne olduğuna” değil, “kim tarafından ve nasıl üretildiğine” odaklanıyor.
1. Karbon indirgemeci iklim söylemi krizin gerçek doğasını gizliyor
Egemen iklim politikaları hâlâ krizi yalnızca “CO₂ artışı” üzerinden açıklıyor. Böylece:
– üretim ilişkileri,
– sınıf iktidarı,
– kolonyal yağma düzeni,
– dünya ekonomisinin işleyiş mantığını,
– geri döndürülemez ekosistem kayıpları
örtülüyor.
Oysa ekolojik kriz, atmosferdeki karbon miktarının çok ötesindedir. Toprak kaybı, su rejimlerinin bozulması, biyosfer çöküşü, kimyasal kirlenme, okyanus asitlenmesi — gezegensel yaşam destek sistemlerinin büyük bölümü geri dönülmez biçimde zarar görüyor.
Bilimsel tablo bunun teyididir:
2024 yılı, insanlık tarihinde ilk kez bir tam yıl boyunca 1.55°C sıcaklık artışıyla kayıtlara geçti. Bu, krizin “gelecekten gelen bir tehlike” değil, şimdinin maddi gerçekliği olduğunu gösteriyor.
Gezegensel Sınırlar çalışması da aynı şeyi söylüyor:
Dokuz yaşam destek sisteminden yedisi aşılmış durumda, hepsi üzerindeki baskı artıyor ve okyanus asitlenmesi bu yıl ilk kez kritik eşiği aşmıştır. Bunlar sadece ısınmayı değil, tüm gezegenin biyofiziksel istikrarını tehdit ediyor (Rockström et al., 2023).
Bu çöküş “insan faaliyetleri”nin değil;
- kâra dayalı üretimin ve kapitalist ekstraktivizmin yapısal mantığının ürünüdür.
Kapitalist ekonomi gezegenin yıllık biyolojik üretiminin (HANPP, Human Appropriation of Net Primary Production) %30’unu çekip alıyor; ekosistemlerin sürdürülebilir sınırı ise %10.
Bu durum aslında şunu söylüyor:
- Kapitalist üretim tarzının büyümek için zorunlu olarak giderek yeni hudutlara genişlettiği ekstraktivist yönelimi ekosistemlerin yenilenebilme, onarabilme, sürdürebilme kapasitesinin ötesindedir.
Bu kriz “insanlığın ortak krizi” değil;
- egemen sınıfın yarattığı, emekçi sınıfların ve sömürülen halkların bedelini ödediği bir krizdir.
Kısacası kriz bir “karbon” sorunu değil; gezegenin maddi temellerinin kökten değiştiği, yani mevcut canlı türlerinin hayatta kalma koşullarının giderek ortadan kalktığı bir çağda yaşıyoruz.
2. Yeşil dönüşüm: Eski düzenin yeni yüzü
Yeşil dönüşüm söylemi, fosil yakıtlardan uzaklaşmayı ilerici bir adım gibi sunuyor. Oysa bu dönüşüm, bu yakıtların kimin kararıyla, ne için kullanıldığını ve büyüme zorunluluğunu sorgulamayan bir düzenin güncellenmiş hâlidir:
– Enerji ve teknoloji zincirleri değişiyor ama büyüme mantığı aynı kalıyor.
– Kâr önceliği baki; ekosistem değil, piyasa korunuyor.
– Tahribat azalmak yerine coğrafya değiştiriyor.
– “Temiz enerji” teknolojileri devasa bir hammadde talebi doğuruyor.
Bu sadece teorik bir çıkarım değil, gözlemlenen veridir:
State of Climate Action 2025 raporu, temiz enerjiye geçiş için yenilenebilir enerji üretiminin 2030’a kadar en az iki kat hızlanması gerektiğini belirtiyor. Bu hızlanma aynı zamanda:
– rüzgâr türbinleri, bataryalar, güneş panelleri, vb. için
– lityum, nikel, kobalt, bakır ve nadir toprak elementlerinde
benzeri görülmemiş bir madencilik genişlemesi demektir.
Kısacası, yeşil dönüşüm, iklim krizini çözmenin gerektirdiği sosyo-ekonomik dönüşümden çok yeni bir ekstraktivizm dalgası yaratmaktadır.
3. Kriz birikim rejiminin ürünüdür — eşit sorumluluk miti gerçeği gizler
UNDP gibi kurumlar sıkça “hep birlikte çözmeliyiz” söylemini kullanıyor. Bu dil, politik olarak masum değildir; küresel eşitsizliği perdeleyen ideolojik bir söylemdir.
Gerçek tablo:
– Sorumluluk eşit değildir, sömürgecilik 500 yıllık eşitsiz gelişimin temelinde yatar.
– 19. yüzyıldan itibaren kayıtları tutulan tarihsel emisyonların %92’si bugünkü emperyalist devletlerden geldi. Bu ülkelerdeki işçi sınıfı ve ezilen, asimile edilen kesimler de bu emisyonların sonucu gelişen iklim değişikliğinden o ülkedeki en çok etkilenen kesimler oldular.
– Yenilenebilir teknoloji için gereken minerallerin çoğu emperyalist devletlerin mali-ekonomik olarak yeniden sömürgeleştirdiği ülkelerden çıkarılıyor.
– Ekolojik tahribatın bedeli bu bağımlı ve sömürgeleştirilmiş ülkelerde yoğunlaşırken, ekonomik değer emperyalist devletlerde birikiyor.
– Bugün “iklim finansmanı” adı altında aynı ülke halkları bir kez daha borçlandırılmaktadır.
COP30 öncesi yayımlanan bilimsel değerlendirmeler, en ağır etkilerin yine en kırılgan ve en az sorumlu bölgelerde yaşandığını gösteriyor: Ekvatoral ve tropik bölgelerde sıcaklık artışı nüfusun yaşamsal sınırlarını zorluyor, emek ve gıda rejimlerini altüst ediyor.
Paris Anlaşması çerçevesinde yapılan 2025 Ulusal Katkı Beyanları (NDC) değerlendirmesi bu döngüyü açıkça belgeliyor:
– mali-ekonomik sömürge halkları, iklim krizini finanse etmek için emperyalist merkezlere borçlanmak zorunda bırakılıyor; kaynaklar ise tekrar emperyalist merkeze akıyor.
Bu ilişki “iklim borcu” ve “ekolojik borç” olarak tanımlanabilir. Ne yapılmalı?
sömürülen çevre halklarının tüm borçları koşulsuz silinmelidir.
emperyalist merkezler tarihsel iklim borcunu tazmin etmelidir.
Borçlandırma rejimi, kolonyal-ekstraktivist düzenin güncel mekanizması olmaktan çıkarılmalıdır.
Bu bir “talep” değil; iklim krizine karşı uygulanması gereken tarihsel, siyasal ve bilimsel bir zorunluluktur. Bu tek tek ülkelerde ve sonra bir dünya devrimi dalgasıyla kapitalizmin devrimci yolla aşılması yoluyla kazanılabilecek bir eşiktir.
Bu nedenle “eşit sorumluluk” söylemi hem bilimsel olarak hatalı hem de politik olarak ezilenler açısından tehlikelidir.
4. ABD militarizmi: ekstraktivizmin küresel kolluk gücü
Ekolojik yıkımın en görünmez fakat en etkili tetikleyicilerinden biri, askeri-sınai komplekstir.
ABD ordusu:
dünyanın en büyük tek kurumsal fosil yakıt tüketicisidir,
birçok ülkeden daha fazla karbon salmaktadır,
askeri üsler ve savaş lojistiği devasa bir karbon ekonomisi yaratır,
enerji ve hammadde koridorlarını güvence altına almak için savaş yürütür.
Sonuç açık: ABD militarizmi, kapitalist ekstraktivizmin küresel kolluk kuvvetidir.
Savaş sadece insanları değil; doğayı, iklimi, yani emeğin koşullarını aynı anda yok eder.
Bu gerçek hesaba katılmadan ekolojik kriz anlaşılamaz.
5. Neden teknik çözümler değil, toplumsal dönüşüm?
Gezegensel sınırların aşıldığı bir ortamda bile uluslararası kurumlar hâlâ:
– karbon muhasebesi,
– net-sıfır hedefleri,
– yeşil finansman,
– teknolojik iyimserlik
üzerinden çıkış arıyor.
Oysa State of Climate Action 2025 raporu şunu açıkça gösteriyor:
45 iklim göstergesinin hiçbirinde dünya 2030 hedefleriyle uyumlu değil — üstelik birçoğu hedeflerden uzaklaşıyor.
Bu ne anlama geliyor?
– Mevcut politikalar krizi durdurmuyor.
– Piyasa mekanizmaları ekolojik sınır tanımıyor.
– Emisyonlar hâlâ artıyor: 2023 toplamı 56.6 GtCO₂e.
Rapor ayrıca şunu vurguluyor:
– Kömürden çıkış hızının 10 kat hızlanması gerekiyor — ama fiilen yavaşlıyor.
– Elektriğin nasıl üretildiğine ve yaratacağı madencilik furyasına rağmen emisyonları azaltacağı iddia edilen elektrikli araçların artışı da yavaşladı.
– Küresel iklim finansmanı gereken hızın çeyreği kadar artıyor.
– Fosil yakıt finansmanı hâlâ yıllık 1.6 trilyon dolar düzeyinde.
Bu tablo, teknik çözümlerin sermaye zincirleriyle hapsolmasının yapısal bir sorun olmasından kaynaklı krizi çözemeyeceğini gösteriyor.
Gerçek çözüm teknik değil, toplumsal ve siyasal bir kopuştur.
6. Ekososyalist bir perspektiften çıkış: Düzen değişmeden gezegen kurtulmaz
Kriz kapitalizmin krizidir. Bu nedenle çözüm, kapitalizmin yeniden markalanmış bir versiyonu olamaz.
Ancak ekososyalist bir devrimle işçi sınıfı ve ezilenlerin ele alacağı siyasi iktidarla eksiksiz uygulanabilecek dönüşüm şunları gerektirir:
– Enerji üretimi kamusal ve demokratik denetimi,
– Ekstraktivist genişlemenin durdurulması,
– Üretimin kâra göre değil, toplumsal ihtiyaca ve ekolojik sürdürülebilirliğe göre planlanması,
– Tarımın agroekolojik temelde yeniden örgütlenmesi,
– Ekolojik borç ve tarihsel sorumluluğun tanınması,
– Emek–doğa ilişkisi piyasanın değil, yaşamın gerekliliklerine göre kurulması, yani emek sömrüsünün ortadan kaldırılması.
Bu dönüşüm olmadan “yeşil dönüşüm” yalnızca yeni bir birikim modelidir: yeni madenler, yeni yıkımlar, yeni eşitsizlikler. Bu dönüşüm sınıf mücadelesinin içkin bir yönü olarak bugün öne çıkan yanı olmuştur.
Sonuç: Saymak yetmez — Aynı gemide değiliz, adı konmamış bir kriz çözülemez
UNDP bizden “iklim için saymamızı” istiyor. Biz ise şunu söylüyoruz:
– Kriz “insanlığın ortak krizi” değildir.
– Kapitalist sınıf ile emekçi sınıflar aynı gemide değildir.
– Sorunu adlandırmadan çözemezsiniz.
– Yeşil dönüşüm bir çözüm değil, yeni bir yağmadır.
– Aşılan sınırlar doğanın önümüze koyduğu engeller değil, büyüme zorunluluğunun eseridir.
– Emperyalist devletlerin tarihsel payını silen hiçbir söylem adalet üretmez.
Bugün ihtiyaç duyulan şey, yalnızca iklim politikası değil; küresel bir ekolojik sınıf mücadelesidir.
Doğanın kurtuluşu, emeğin kurtuluşundan ayrılmaz.
Gezegenin geleceği, kapitalist birikim rejiminin aşılmasına bağlıdır.
Saymak kolay.
Yüzleşmek zor.
Gezegenin bugün ihtiyaç duyduğu ise tam olarak budur:
Radikal bir siyasal dönüşüm olmadan, iklim krizinin çözümü yoktur!
