Söyleşi: Aurore Chaillou, Louise Roblin | Çeviri: Ayşe Caner | Kaynak: Green European Journal
Bu röportaj ilk olarak Revue Projet dergisinde Fransızca olarak yayınlanmıştır.
4 Haziran 2020
Editör Notu: Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan Dekolonyal Bir Ekoloji: Karayip Düşünce Bakış Açısından Ekoloji kitabıyla ilgili yazar Malcolm Ferdinand ile 2020’de yapılan söyleşi ekolojik sorunun sanayi devrimi öncesine uzanan sömürgecilik tarihine dair vurgusuyla öne çıkıyor.
Çevresel yıkım, ırksal ve sömürgeci tahakküm ilişkilerinden ayrılamaz. Dünya’da yaşama biçimimizden, kendimize gezegene el koyma hakkı görmemizden kaynaklanır. Bunların hepsi de geçmişi yeniden ele almamız gerektiği anlamına geliyor. Malcolm Ferdinand, Une écologie décoloniale (Dekolonyal Bir Ekoloji) adlı kitabıyla 2019 yılında Foundation for Political Ecology edebiyat ödülünü kazandı.
Aurore Chaillou ve Louise Roblin: Günümüzdeki çevresel yıkım için genellikle sanayi çağındaki insan faaliyetlerini suçlarız. Ancak siz bu çerçevelemenin yüzyıllardır var olan tahakküm ilişkilerini nasıl gizlediğini vurguluyorsunuz. Çevre krizine ilişkin Batılı tahayyül sömürgeciliği görmezden mi geliyor?
Malcom Ferdinand: Sosyal eşitsizlik ve çevresel yıkım arasındaki bağlantıya dikkat çeken ilk kişi ben değilim: Toplumsal ekoloji, politik ekoloji ve ekofeminizm bu konularla ilgili. Ancak benim ilgilendiğim şey, bu soruları ırkçılık ve sömürgeleştirmenin mirasına bağlamak, ki bu da (çevresel adalet hareketleri dışında) çok az araştırılmış bir konu.
Çevresel yıkım ve sosyal baskı her zaman el ele gitmiştir. Ancak, iklim acil durumuyla mücadele etmeye yöneldiğimizde toplumsal düşünüşten yoksun sloganlar görmeye devam ediyoruz. Bu da diğer insanların çevresel zorunluluğa boyun eğmesine, kirlilik ve kaynak kıtlığıyla jeomühendislik ya da karbon piyasaları aracılığıyla mücadele etmek gibi teknokratik bir yanıtı savunmasına yol açıyor.
AC&LR: Çevre krizinin kökenlerini 15. yüzyıla ve sömürgeleştirme çağına kadar götürüyorsunuz.
Özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda çevre tahribatında çeşitli hızlanmalar gördük, ancak ekolojik kriz bunlardan önce başladı. Bu kriz, yeryüzünde belirli bir yerleşim biçiminden, bazılarının yeryüzünü birkaç kişinin yararına tahsis etme hakkına sahip olduklarına inanmalarından kaynaklanmaktadır. Karayipler’de başlayan bu “sömürge yerleşimi”, Kristof Kolomb’un Amerika’ya vardığı 15. yüzyılın sonlarına kadar uzanmaktadır (plantasyon modeli Madeira’da daha da eskiye dayansa da).
Karayipler modernitede önemli bir yere sahiptir, çünkü Avrupalıların Kızılderililerle şiddet içeren karşılaşması dünyanın “çitlenmesi” ile aynı zamana denk gelmiştir. Artık gezegendeki mevcut kaynakları ölçebiliyorduk. Pek çok akademisyene göre bu an küreselleşmenin başlangıcına işaret ediyordu.
AC&LR: Antroposen’i “sömürgeci yerleşime” dayanan Negrosen ile karşıt bir yere koyuyorsunuz. Bu kapitalist sömürüden farklı mı?
Sömürgeleştirme sırasında sömürülenler sıradan insanlar değildi: Fransız köylüleri de toplumsal şiddetin kurbanı olmalarına rağmen, kendilerini her zaman Siyahlardan üstün görebilirlerdi. Irkçılık meselesi Fransız politik ekolojisinde neredeyse hiç yer almamaktadır. Bu noktada, kapitalizmin her şeyi açıkladığı ya da toplumsal eşitsizlik ile yapısal ırkçılığın bir ve aynı olduğunu iddia eden bazı eko-Marksistlere katılmıyorum. Sömürgeleştirme ve kölelik de kapitalist gerekçeler tarafından yönlendirilmiş olsa da, bu süreçler her şeyden önce ırklar ve dünyanın farklı toprakları arasında bir hiyerarşi icat eden sömürgeci bir dünya görüşüne dayanıyordu.
Sömürge döneminde, Amerika toprakları Avrupa topraklarına tabi kılınmıştı. Hissedarları mutlu etmenin bir aracı olarak görülüyorlardı ve bu da her türlü uygulamayı meşrulaştırıyordu. Toprağın verimliliğini korumaya yönelik önlemler bile nihayetinde sömürüyü sürdürmeyi amaçlıyordu. Bu toprakların Fransa’dakilerden farklı olduğu düşünülüyordu. Bu şiddet dolu ve kadın düşmanı bir süreçti; diğer insanların insanlıktan çıkarıldığı, sömürgeleştirilmiş toprakların ve buralarda yaşayan insan olmayanların kendi arzularından daha az önemli olduğu bir sömürgeci tarafından desteklenen, yeryüzünde yaşamanın korkunç bir yoluydu. Ben buna “sömürge yerleşimi” diyorum. Sömürge yerleşimi, yeryüzünde yaşamanın, toprakları, insanları ve insan olmayanları sömürgecinin arzularına boyun eğdirmenin şiddetli bir yoludur.
Daha sonra din, metafizik, hukuk, kültür ve benzerlerinden yararlanarak bir dizi meşrulaştırıcı anlatı ve uygulama yaratılır. Örneğin 1848’de Fransa ve sömürgelerinde köleliğin ikinci kez kaldırılması şüphesiz önemli bir siyasi ve hukuki dönüm noktasıydı. Ancak eski köleleri plantasyonlarda tutmak ve köylülüğün gelişimini sınırlamak için çeşitli kurgular kullanıldı. Sömürge modeli altında topraklarında monokültür yetiştirmek zorunda kalan toprak sahipleri, 1848’den sonra da sömürge yerleşimini sürdürdü: El koyma ve hiyerarşi zihniyeti değişmeden kaldı.
Artık kölelik olmadan da düşünülebilen bu yaşam biçimi, uygulamalarını başka yerlere de yaydı. Muz yetiştiriciliği, ipek tarımı ve madencilik Fransız İmparatorluğu’nun dört bir yanında gelişti. Fransız adaları Martinik ve Guadeloupe’deki kötü şöhretli klordeson kirliliği örneğiyle de bakınca sadece 20 yıl içinde bu uygulamaların yüzyıllar boyunca toprakları kirletti ve birkaç kişinin kasasını doldurmak için binlerce insanı zehirledi.
Çalışmalarım, çevre sorunlarının teknokratik bir okumasına kapılabileceğimizi gösteriyor. Bir kimyasal zehirli mi? Piyasadan kaldırırız. Çok fazla kirlilik mi var? Düzenleme yaparız ya da teknik bir çözüm uygularız. Ancak “madunlar” sadece arındırılmak ya da bu büyüklükteki bir suç için adalet istemiyorlar. Aksine, beş asır sonra, hala bir iddianame hazırlanmamışken, toprakların yerleşim şeklini değiştirmek istiyorlar.
AC&LR: “Madunlardan” bahsederken kimi kastediyorsunuz? Genel olarak ezilenler, işçi sınıfı, kadınlar, cinsel azınlıklar?
“Zenci” kelimesini oldukça özgürce kullanıyorum (örneğin Negrosen derken). Madunlar (subaltern), cinsiyetleri ya da ten renkleri ne olursa olsun günümüzün “plantasyon” zencileridir. Zenciyi siyah olarak özleştirdik: İki kelimenin aynı olduğu İspanyolcadan geliyor. Ancak plantasyonlarda acı çekenler ve hala acı çekmekte olanlar sadece siyahlar değil. Bu kelime ilk olarak yazarlar tarafından özselleştirilmiştir. “Zenci”, tanınmadan başkasının işini yapan bir varlıktır.
Negrosen, yaşam gücü başkalarının bencil arzularını tatmin etmek için kullanılan tüm varlıklara dikkat çeker. Siyahların köleleştirilmesinin tarihi Fransa’da uzun süre görmezden gelindi; hala çoğunlukla sosyal veya cinsiyet ilişkileri açısından düşünülüyor. Ancak bunun çevre tarihiyle nasıl bağlantılı olduğunu gözden kaçırıyoruz. Bedenlerin sömürülmesini toprakların sömürülmesiyle ilişkilendirmemiz gerekiyor. Bedenler ve ekosistemler arasında süreklilik olduğu şeklindeki modern olmayan ilkeden yola çıkarsak, birine zarar vermenin diğerine de zarar vermek anlamına geldiğini fark ederiz. Bu prizma, kölelik karşıtı isyanları da bu sömürgeci yerleşime karşı direniş olarak anlamamıza yardımcı olur. Marronaj – kölelerin plantasyonlardan kaçışı – çalışmalarımın merkezinde yer alıyor çünkü bu da başka bir yerleşiklik biçimi. Maroonlar köleliğe direnmekten fazlasını yaparlar: Yeryüzü ve insan olmayanlarla farklı bir ilişki benimserler.
AC&LR: Bugün bu “sömürgeci sessizliğin” sonuçları nelerdir?
Ben iki sorun görüyorum. Bir yandan, köleliğin kaldırılmasının 150. yıldönümüne kadar olanları kabul etmeyi düşünmeye başlamadık. Kölelik Fransa’da hassas bir konu. Okullarda ırkçılık ve kölelik konusunda farkındalık seminerleri verdiğimde bazı öğretmenler Siyahlar hakkında konuşmamı istemiyor. Cumhurbaşkanı adayı François Fillon 2017 yılında sömürge tarihi konusunda Fransa’nın “kültürünü Afrika halklarıyla paylaşmak istediği için kendini suçlu hissetmemesi gerektiğini” söylediğinde bu zihniyeti mükemmel bir şekilde ortaya koydu. Öte yandan, çevrecilik ırkçılıktan farklı bir şekilde kurgulanmaktadır. Çevre aktivistlerinin çoğunlukla beyaz olduğu da doğrudur (kendilerinin de kabul ettiği gibi).
O halde, sömürgeci sessizliğin “çifte bölünmeye” (çevreci ve sömürgeci düşünceyi birbirinden ayıran) katkıda bulunduğunu ve yeryüzünde yaşayan insanların büyük bir kısmını dışladığını söyleyebilirim. Yine de sömürgeleştirilmiş insanlar da çevreci düşünceye katkıda bulunabilir. Irksallaştırılmış insanların çevreyle ilgilenmediği inancını sürdürerek, ırksal ayrımcılığa uğrayan insanların dışlanmasını ve çevrecilik üzerine düşünecek normal alanları ve ilişkileri kavramsallaştırma biçimlerini sürdürüyoruz. Bu dışlama da ırk ayrımcılığına uğrayanlar arasında güvensizliği besliyor. En başından beri, çevrecilik etrafında inşa edilen tahayyül, diğerlerinin rollerini ve sözlerini silmiştir.
Dahası, kolonyal bölünme çevre sorunlarının önemsizleştirilmesi anlamına geliyor. Kitabım Une écologie décoloniale, her ikisine de zarar verdiği için çevrecilik ve dekolonizasyon arasındaki uçurumu kapatmaya çalışıyor. Çöküşçü anlatılarının aksine, 1492’den bu yana zaten çöküşler yaşandığını ve birçok topluluğun dünya ile alternatif ilişkiler önerdiğini göstermeye çalışıyorum. En azından çevreci hareket içinde onların sesi duyulmadı. Yine de, tek bir Siyah yazarın yer almadığı çevreci metin antolojileri yayınlamaya devam ederek, çevreciliğin sadece Beyazlar tarafından yönlendirildiği mitini sürdürüyoruz. Küresel Kuzey ve bir zamanlar sömürgeleştirilmiş ve köleleştirilmiş halklar arasında çevreci düşüncenin yokluğu miti.
AC&LR: Sosyal adalet, ırkçılıkla mücadele ve ekosistemlerin korunması konularını birlikte nasıl düşünmeliyiz? Doğa kavramını yeniden tanımlamak bu bağlantının kurulmasını sağlar mı?
Avrupa-merkezcilik ve Batı-merkezcilik diğer dünya görüşlerini görmemizi engelledi. Ve eğer onlara atıfta bulunuyorsak, bu romantik bir şekilde oluyor: “Ah! Keşke hepimiz Guarani gibi yaşayabilsek!” Yani tarihlerini, sosyal ve siyasi marjinalleştirilmelerini kabul etmeden yaşam biçimlerini kutlayamayız. Yerli halklar arasında intihar oranları genellikle ortalamadan 10 kat daha yüksektir.
Dolayısıyla, bu halkların tarihini ve ne istediklerini unutmadan, dünya görüşlerinin bize meydan okumasına izin vermeliyiz. Bu insanların dünya ile ilişkilerini ortaya koymak için kullandıkları terimler nelerdir? Çevresel adaletin çifte bölünmüşlüğü arasında bu şekilde köprü kurabiliriz. Örneğin ekokırım hakkında konuşmak nesiller arası bir doku yaratır (eylemlerimizi çocuklarımızın yaşamlarına bağlarız, mirasımız için sorumluluk alırız, ebeveynlerimizin mirasını müzakere ederiz), ancak bu doku sosyal ve politik terimlerden ziyade çevreci terimlerle düşünülür. Yine de yerli halkların sömürülmesi sayesinde yıkımın mümkün olduğunu anlamak, bu halkların adalet ihtiyacını ve kölelik tazminatı taleplerini kabul etmek anlamına geliyor.
AC&LR: Günümüzün siyasi ve ekonomik karar alıcıları bu sömürgeci boyutu gizlemeye devam etmekte her türlü çıkara sahip…
Çevreciliği acilen dünyanın kendisine dair hale getirmemiz gerekiyor: Nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz? Meseleyi sadece teknik çevre yönetimi yoluyla ele almak yerine, kültür ve rengi de tanımalıyız. “Sömürgecilikten arındırılmış (dekolonyal) ekoloji”den bahsederken kastettiğim budur.
AC&LR: Paradigmadaki bu değişim, bir tahayyülün değişimini andırıyor. Kitabınız neredeyse edebi bir üslupla yazılmış.
Eğer bir edebiyat derecem olsaydı, bunu sadece göstermek için değil, bir şeyleri hissettirmek için yapardım. Tarihçiler bilimsel olduklarını iddia ettiklerinde rakamlar verirler. Ancak gerçekleri öğrendiğimizde, neler olduğunu düşünmeye ve hissetmeye hazır olmamız gerekmez. Sayılara isimler koymak, yolculukların izini sürmek, köleliği dünya ve yeryüzü hakkında bir hikaye haline getirmemizi sağlayan şeydir.
“Dünyaya dokunmak” sevgi ve adalet gibi değerleri gerektirir. Sömürgecilik ve kölelikten sonra nasıl bir dünya inşa edebiliriz diye soracak olursak, bunun cevabı herkesin birbirinden uzak durması değildir. Kitabımda bir tarafta (kendilerine uygulanan şiddet nedeniyle) kaçan figürleri, diğer tarafta ise dünyayı ötekine reddeden figürleri sunuyorum. Ama aynı zamanda tüm varlıklarla paylaşılan gemide kalmaya karar verenlerden de bahsediyorum. Sonuçta hepimiz aynı gemideyiz.
Ancak çevreciler arasında bu imge, Nuh’un Gemisi hikayesinin peşini bırakmıyor. Örneğin Michel Serres, Nuh’un Gemisi’nin resimlerini ve görüntülerini, çevreye ilişkin politik bir teori ortaya koymak için kullanır: “Hepimiz Nuh’uz.” Bu, dünya ile olan ilişkinin kuramsallaştırılmasına olanak tanıyan, toplum için temel bir mittir. Ancak Nuh’un Gemisi benim şiddet içerdiğini düşündüğüm bir seçme sürecinden bahsediyor. Dahası, gemiye biniş sürecine odaklanıyor: gemide neler olduğuna dair hiçbir şey bilmiyoruz. Politik olarak kullanılma şekli sorunlu görünüyor.
Amerika’daki Afrikalı pek çok neslin paylaştığı bir hayal olan köle gemisini kullanmayı tercih ediyorum, çünkü biz hepimiz aynı gemideyiz, hepimiz aynı koşullarda değiliz. Tarihsel olarak, Amerika’nın Siyah nüfusu arasında kimin kurtarılacağı sorusu acı vericidir: kimin kurtarılacağını ve kimin terk edileceğini çok iyi biliyoruz. Bunu anlamak için Akdeniz’den başka bir yere bakmanıza gerek yok. Bugün bile iklim fırtınası, başkalarıyla birlikte yaşamamak ve duvarlar örmek için bir bahane haline gelebilir.
Bununla birlikte, ne bir gemi ne de bir köle gemisi üzerinde bir dünya inşa edemezsiniz. Ben, her birinin tarihini göz önünde bulundurarak, insanlarla ve insan olmayanlarla dolu bir dünya gemisi hayal etmeyi öneriyorum. Bu gemide, ambarda kimse yok. Herkes güvertede yaşıyor.
Malcolm Ferdinand, Université Paris Diderot’da siyaset bilimci ve CNRS’de (IRISSO) araştırmacıdır. Une écologie décoloniale kitabının yazarıdır. Penser l’écologie depuis le monde caribéen (Édition du Seuil, 2019), 2019 yılında Fondation de l’écologie politique edebiyat ödülünü kazanmıştır.