Merhaba;
Bunlar, en azından benim için, yanıtlanması çok zor sorular… “Uzmanları” için de zor geliyor olsa gerek; baksanıza pek soran yok. Ama “doğa korumacılığı” günümüzün yükselen değerlerinden birisi ya, bir “korunan alan” muhabbetidir gidiyor… Ne var ki, yurttaşlarımız bir yana, doğrudan ya da dolaylı olarak etkinlikler yürüten ilgili kuruluşların özellikle uygulamacı birimlerinin çoğunluğu bu alanların ne neden ayrıldığının ne de geçirdiği dönüşümlerin tam anlamıyla ayırdında. Bu koşullarda doğrudan ilgili/sorumlu kuruluşlarda “ayakta kalmaya” direnen deneyimli ve bilgili teknokratların çoğunluğu ne yapacağını şaşırmış durumda sanırım. Oysa çoğunluğu bu alanda büyük umutlarla çalışmaya başlamış, nasıl da güzel çalışmalar yapmıştı… Öte yandan, “korunan alanlar” da korunmalı kuşkusuz! Ancak egemen “doğa”, “koruma”, “doğa koruma” yaklaşımları ve ilgili hukuksal, yanı sıra, kurumsal düzenlemeler yürürlükteyken bu olanaklı mı sizce? Bence değil. Öyleyse Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında ne yapılmalı? Tartışalım. Selamlarımla.
Yücel Çağlar
* Gerçekte “korunan alanların” yalnızca ormancılığın konusu olmadığını düşünüyorum. Ancak, yine de hem sayıca hem de genişlikçe büyük bir çoğunluğunun “orman” sayılan yerlerde bulunmasının yanı sıra bir kısmı Orman Genel Müdürlüğü tarafından ayrıldığından korunuyor ve “yönetiliyorsa” da konunun çok bileşenli olduğunun gözden kaçırılmaması gerekiyor. Yazının geri kalanında “Korunan Alan” yerine “KA” kullanılacaktır. “Key Biodiversity Areas” haritasının buradaki çalışmayla 2026 sonunda güncelleneceği belirtilmiştir.
“Artık ne denli kurtarılabilirse” gibi düşünceler iyi niyetli “doğa korumacıların” içinde bulundukları durumu çok iyi betimliyor bence. Çünkü onların da en azından çoğunluğu kimi sınıfların egemen olduğu toplumsal düzenlerde daha fazlasının gerçekleştirilemeyeceğinin ayırdında. Yine de bu çabaların da katkısıyla gezegenimizde 1962 yılında toplam 240 milyon hektar genişliğinde 9,2 bin “korunan alan” ayrılmışken bu sayılar 2018 verilerine göre 464,1 milyon hektar ve 238,6 bin olmuştur.i Görünüşe bakılırsa gezegenimizi şimdilerdeki duruma getiren ülkeler ile onların egemenliğindeki ülkelerarası kuruluşlar bile artık böylesi çabalar içinde ve bu çabalara “dünyanın kaynağını” aktarıyor. Ülkemizdeyse, azımsanıyor ama bence az da değil: Ek 2’de gördüğünüz gibi, 2000’li yılların başında 2,5 milyon genişliğinde 1100 dolayında KA varken bu sayılar 2023 yılında 9,5 milyon hektara ve 6,3 bine çıkmıştır.ii
Neden acaba? Sözgelimi, siyasal iktidarlar pek “doğaperest” olduklarından ya da “kafalarına tuğla düştüğünden” yahut “vicdan azabı” çektiklerinden” mi? Sonra; bu çabalar neden çoğunlukla “az gelişmiş” sayılan ülkelerde yoğunlaşıyor ve bu ülkelerde nelere yol açıyor? Bu ülkelerdeki doğal süreçler, ortamlar ile varlıklarda daha büyük yıkımlar yaşanıyorsa eğer (!), bunun nedeni ekolojik midir yoksa ekonomik, toplumsal, kültürel midir? Eğer ekonomik ve toplumsalsa, bunun nedenleri nelerdir? Yanıtlanması zor sorular…
Öte yandan, kızmayacağınızı umarak şunları da soracağım: KA’lar gerektiğince korunabiliyor mu? Korunamıyorsa eğer neden korunamıyor? Ek olarak; korunamaması yalnızca parasal yetersizlikleri ile yönetsel ve teknik olumsuzluklardan, yöneticilerin bireysel yetersizliklerinden mi kaynaklanıyor? Ayrıca, ben KA’ların gerektiğince korunamamasının da bir sonuç olduğunu; öncelikle sorgulanması gerekeninse bu sonuca yol açan temel nedenlerin belirlenmesi olduğunu düşünenlerdenim. K. Marks’ın daha önce kim bilir kaç kez aktardığım şu ünlü “11. Tez”ini hiç unutmuyorum çünkü:iii
“Filozoflar sadece dünyayı değişik biçimlerde yorumlamakla yetindiler, söz konusu olan onu değiştirmektir.”
Tam da bu noktada aklıma yanıtını çok merak ettiğim bir soru daha geliyor: Egemen üretim ilişkileri sürdükçe KA’ların gerektiğince korunmasından hangi ülkeler, yanı sıra, hangi toplumsal sınıflar göreceli olarak daha çok –“iyi”?- yararlanıyor acaba? Bu soruyu, sözgelimi “gezegenimiz”, “tüm canlılar”, “insanlık” vb. olarak yanıtlamayacağınızı umuyorum. Dilerim, yine yanılmıyorumdur.
Başlıcalarını örneklediğim soruların tümünü yanıtlayabilecek bir donanıma sahip değilim ne yazık ki. Ancak ülkemizde ilgili onca akademik ve araştırma kuruluşu ile gönüllü oluşum, buralarda emek veren yüzlerce -kim bilir, belki de binlerce?- yetkin bilim insanı, araştırıcı ile uzman var. Ben, yolları açılırsa, onların gereğini yapacaklarına inanıyorum. Ben bir deneyeyim.
Önce, şu “koruma”, “korunan alan” kavramlarına birazcık yakından bakalım…
“Koruma”; genel olarak içinde olumluluk taşıyan, gerçekte son derece karmaşık bir eylem. “Nerelerde nelerin nelere karşı kimler tarafından nasıl ve neden korunacağı” sorularının bütüncül olarak yanıtlanmasını gerektiriyor. Öyle ki söz konusu soruların kapsamı ile olası yanıtları yersel ve zamansal olarak da değişiyor. Doğal süreçlerin, ortamlar ile varlıkların korunması söz konusu olduğundaysa, özellikle ekolojik, toplumsal ve kültürel koşulların son derece çeşitlilik gösterdiği ülkemizde, bu karmaşıklık daha da artıyor. Dolayısıyla geleneksel korumacı yaklaşımların değiştirilmesi gerekiyor. Doğal süreç, ortam ve varlıklara, bu kapsamda KA’lara yönelik tehditlerin hem kapsamı hem de nedenleri değişti çünkü. Sözgelimi,
- iklim koşulları,
- nüfus hareketleri,
- yerleşme yapısı,
- yaşama kültürü,
- ulaşım olanakları,
- enerji üretimi ve tüketimi
- teknoloji kullanımı
vb. alanlarda yaşanan hızlı ve köklü dönüşümler doğal süreçlere, ortamlar ile varlıklara yönelik “tehditleri” bir yandan azaltırken bir yandan da hem niteliklerinin hem de ağırlıklarının –önceliklerinin- değişmesine yol açmıştır. Oysa geleneksel “korumacı” yaklaşımlarda daha çok ilgili hukuksal düzenlemelerde insanların “suç” sayılan tutumları ile yangınlar, kuraklıklar vb. “olumsuz” doğal nitelikli süreçler ve “zararlı” olduğu düşünülen oluşumlar üzerinde duruluyordu. Buna karşılık, yaşamsal önemde “koruma” sorunlarına yol açmasına karşın örneğin,
- uygulanan politikalar,
- yönetsel kararlar,
- hiç ya da gerektiğince yapılmayan ya da yapılamayan teknik uygulamalar,
- birimlerin –yanı sıra yöneticilerinin – yetersizlikleri, yanlışlıkları
vb. olumsuzluklar sorgulanıyordu. 2000’li yıllarda idari yargı oranları -Danıştay, Sayıştay- “yeterlilik denetimi” yapamaz duruma getirilince bu sorgulamalar rastlantısal bireylerin, gönüllü kuruluşlar ile meslek örgütlerinin çabalarına kaldı*.
Öte yandan, ülkemizde KA’lara yönelik sakıncalı eylemler, örneğin 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu’nun “Yasaklanan faaliyetler” başlığı altındaki 14. maddesinde son derece genel ve soyut söylemle sayılmıştır:
- “a)Tabii ve ekolojik denge ve tabii ekosistem değeri bozulamaz,
- b)Yaban hayatı tahrip edilemez,…
- c) Bu sahaların özelliklerinin kaybolmasına veya değiştirilmesine sebep olan veya olabilecek her türlü müdahaleler ile toprak, su ve hava kirlenmesi ve benzeri çevre sorunları yaratacak iş ve işlemler yapılamaz,
- d)Tabii dengeyi bozacak her türlü orman ürünleri üretimi, avlanma ve otlatma yapılamaz,
- e) … kamu yararı açısından vazgeçilmez ve kesin bir zorunluluk bulunmadıkça her ne suretle olursa olsun hiçbir yapı ve tesis kurulamaz ve işletilemez veya bu alanlarda var olan yerleşim sahaları dışında iskan yapılamaz.”
Bu eylemlerde bulunanlara -“suçları” işleyenlere- verilebilecek “cezalar” yasanın 20 ile 21. maddelerinde şöyle düzenlenmiştir:
“6831 sayılı Orman Kanunu ile 4915 sayılı Kara Avcılığı Kanunu ve 1380 sayılı Su Ürünleri Kanununda yasaklanan fiillerin bu Kanunun uygulandığı yerlerde işlenmesi halinde, cezalar bir misli artırılarak hükmolunur.”
“Bu Kanunda yazılı yasaklamalara ve mecburiyetlere aykırı hareket edenler hakkında, fiilleri daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde, altı aya kadar hapis veya adlî para cezasına hükmolunur.”
Milli Parklar Yönetmeliği’ndeyse “Suçların takibi” başlığı altında yalnızca
“…6785 ve 1605 sayılı İmar, 2872 sayılı Çevre, 2634 sayılı Turizmi Teşvik ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu gibi Kanunlar ile bu Kanunların ek ve değişiklikleri ve bunlara dayalı mevzuatın getirdiği yasaklara uyulmaması ve suç sayılan fiillerin işlenmesi Kanun ve bu yönetmelik hükümlerinin uygulandığı yerlerde görevli orman muhafaza memurları tarafından bu memurların görevlerine ilişkin mevzuat çerçevesinde önlenir veya suç işlenmesi halinde gerekli kanuni işlem yapılır.”
kuralına yer verilmiştir.
Gördüğünüz gibi, ülkemizde yürürlükteki KA düzeninde KA’lara özgü “tehdit” algısı, en azından henüz gerektiğince oluşmamış; dolayısıyla özgül bir kurumsal düzenleme bulunmuyor. Sözgelimi, 28 Aralık 2024’de yayımlanan 175 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle yeniden yapılandırılan DKMP-GM’nin (Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü) kurumsal yapısında yalnızca merkezde “Hayvanları Koruma Dairesi Başkanlığı” bulunuyor. Ayrıca “ihdas edilen orman muhafaza memuru” kadro sayısı da önemli ölçüde azaltılmıştır. Ek olarak; DKMP-GM’de araştırma birimi bulunmuyor ve araştırmacı kadrosu sayısı da azaltılmıştır. KA’larda yaşanan olumsuzluklara ilişkin veriler ya toplanmıyor ya da kamuoyuna açıklanmıyor. OGM’nin (Orman Genel Müdürlüğü) ormancılık araştırma enstitülerindeyse “görevi”
“Orman koruma, yaban hayatı ve korunan alanlar araştırmaları başmühendisliğinin görevleri; ormanlardaki biyotik ve abiyotik zararlıların belirlenmesi, biyolojisi ve ekolojisi ile koruma ve mücadele yöntemleri, av ve yaban hayatı, milli parklar ve diğer korunan alanlar konularında araştırmalar yapmak…”
olarak açıklanan “Orman Koruma, Yaban Hayatı ve Korunan Alanlar Araştırmaları Başmühendisleri” bulunuyor. Ancak, KA’ların korunması özelinde alan araştırmaları yok denebilecek denli az.**
Gelelim şu KA kavramına…
“Güzel” bir oyun: Gezegenimizin yaşanabilirliğini tümüyle koruyamıyoruz; hiç olmazsa bizim için “yararlı”, “ender”, “güzel”, “geleceği tehlike altında” vb., dolayısıyla da önemli olanları koruyalım! Peki ama siz kimsiniz? Tam da insanca ikiyüzlü bir tutum: Tüm yaşamı tehlikeye atanlarla uğraşmak gibi zor ve tehlikeli değil; üstelik hem kârlı da olabilir!
Çoğunlukla genel olarak KA denip geçiliyor ama ülkemizde ilgili/sorumlu hukuksal düzenlemeler ile kurumsal yapılar, ayrılma amaçları, yönetim biçimleri değişik yirmiyi aşkın çeşit KA yapısı –“statüsü”- oluşturulmuş. KA denildiğinde sizin tam olarak ne anladığınızı kestiremiyorum. Bense kafamdaki kavramsal karışıklığı- “conservation”, “preservation”, “protection” vb.- bile henüz tam olarak aşabilmiş değilim*. Yürürlükteki hukuksal ve kurumsal düzenlemeler ile uygulamalar, yanı sıra, kimi konu “uzmanlarının” açıklamaları da bu karışıklığı pekiştirdi. Sanırım ülkemizdeki KA’lara daha çok “protected area” olarak yaklaşılıyor. Bu bağlamda bir de çeşitli tanımlamaları anımsayalım:
Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (1993/1996):
“Koruma alanı, özgün koruma amaçlarını gerçekleştirmek için belirlenen, düzenlenen ve yönetilen, coğrafi olarak tanımlanmış bir alan anlamındadır.”
IUCN (Uluslararası Doğa Koruma Birliği, 2013):iv
“Doğanın ve ilişkili ekosistem servisleri / hizmetleri ve kültürel değerlerin uzun vadeli korunması amacıyla açıkça tanımlanmış coğrafi sınırları olan, tanınmış, adanmışlık içeren ve yasal veya diğer etkin yöntemlerle yönetilen alandır.”
DKMP-GM:v
“Ekosistem hizmetlerinin ve kültürel değerlerin, tabiatla birlikte uzun vadeli korunması ve devamlılığın sağlanması maksadıyla mevzuatla tanımlanan ve yönetilen coğrafi bir alandır.”
Korunan Alanların Tespit, Tescil ve Onayına İlişkin Usul ve Esaslara Dair Yönetmelik (2012):
“Korunan alan: Biyolojik çeşitliliğin, doğal ve bununla ilişkili kültürel kaynakların korunması ve devamlılığının sağlanması amacıyla ilgili mevzuata göre yönetilen; milli parklar, tabiat parkları, tabiat anıtları, tabiatı koruma alanları, doğal sit alanları, sulak alanlar, özel çevre koruma bölgeleri ve benzeri koruma statüsü bulunan kara, su ya da deniz alanları…” (Madde 5/ö)
Korunan Alanlarda Yapılacak Planlara Dair Yönetmeliği (2012):
“Korunan alan: Milli parklar, tabiat parkları, tabiat anıtları, tabiatı koruma alanları, doğal sit alanları, sulak alanlar, özel çevre koruma bölgeleri ve benzeri koruma statüsü bulunan, biyolojik çeşitliliğin, doğal ve bununla ilişkili kültürel kaynakların korunması ve devamlılığının sağlanması amacıyla ilgili mevzuata göre tespit edilen ve yönetilen kara ya da deniz alanı” (Madde 3/h)
vb. Açıklamalar aynı kaynaklardan esinlenerek yapıldığı için benzer içerikte. Ayrıntısına girmeyecek, yalnızca şunu söyleyeceğim: Bu açıklamalar güncel gelişmeleri karşılayamıyor; biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’ndeki açıklamaysa daha yol açıcı bence.
Öte yandan, bir de DKMP-GM’nin 2012 yılında “Korunan Alanlarda Koruma Bölgelerinin Belirlenmesi” konulu yazısında geçen “koruma bölgeleri” söylemi var:vi
“Milli park, tabiat parklar ile yaban hayatı geliştirme sahalarında; mutlak koruma bölgesi, hassas kullanım bölgesi veya sınırlı kullanım bölgesi ve kontrollü kullanım bölgesi isimleri kullanılırken sulak alanlarda mutlak koruma bölgesi, sulak alan bölgesi, ekolojik etkilenme bölgesi, özel hüküm bölgesi ve tampon bölge kavramları kullanılmaktadır.”
Dikkatinizi çekmiştir: Tüm bu açıklamalarda nedense (?) “alan” –“saha”- söylemi öne çıkarılıyor. Buysa doğal oluşumlar söz konusu olduğunda süreç olgusunun ikincilleşmesine, başka bir söyleyişle, gerektiğince önemsenmemesine yol açmıyor mu sizce de? Bence mühendislik ideolojisinden kaynaklanan bu kolaycı yaklaşım, KA’larla ilgili özellikle planlama çalışmalarında çeşitli eksiklik ve yanlışlıklara neden oluyor.
Kısacası ülkemizde genel olarak “doğa koruma”, özel olarak KA’ların korunması yaklaşımlarının, ilgili hukuksal ve kurumsal düzenlemelerin güncellenmesi, ayrıntılı veri tabanının oluşturulması, DKMP-GM vb. kuruluşlarda özel araştırma birimlerinin oluşturulması ve donatılması gerekiyor. Konu “uzmanları” bu pek zahmetli uğraşı göze alsa keşke. Evet, “böyle giderse”
- KA’lardaki doğal süreçler de çok daha hızlı biçimde “bozulacak”, dolayısıyla
- doğal ortamlar “doğasına” aykırı biçimde daha hızlı dönüşebilecek ve
- doğal varlıklar hem sayısal hem de türsel olarak daha hızlı azalacak!
Görünüşe bakılırsa “böyle gidecek”! KA’ların korunmasında da yaşamsal önemde olumsuzluklar yaşanıyor çünkü. İşte başlıcaları…
“Doğal” sayılanlara parçacı, az boyutlu, durağan yaklaşımlar egemenliğini sürdürüyor…
Tarih öncesi dönemlerden beri biliniyor, söyleniyor, yazılıyor. Hoş görmenizi dileyerek anımsatayım: “Doğa” bir bütün; doğal süreçler, ortamlar ile varlıklar bu bütünlük ve etkileşim içinde oluşuyor ve sürekli olarak dönüşüyor. İnsanlar da bu bütünün bir bileşeni! Ne demişti saygıyla andığım yazar, ozan, düşün insanı Oruç Aruoba:
“‘Doğa’ diye bir kavram türetip (!) karşımıza aldığımız temelde biziz – ne demek ‘doğa ile insan’? -… O, budalaca karşımıza aldığımız – çözümleyip kurumsallaştırdığımız- bütün, bizim (‘homosapiens”!) bir parçası olduğumuz bütündür.”vii
Böyle düşünen yalnızca o mu, değil kuşkusuz: Yeri geldiğinde yazılarından çokça alıntı yaptığım John Fowles da benzer düşünceler öne sürmüştü:viii
“Doğa, şu ya da bu şekilde bizim dışımızda, etrafı çevrilmiş ve yabancı, ayrı olarak görüldüğü sürece, doğayı hem dışımızda hem içimizde yitiririz. Kişisel ve genel, insani ve insan dışı olmak üzere bu iki doğa ayrılamaz; doğanın ya da yaşamın kendisi bir başkası aracılığıyla yalnızca başka insanların gözlemleri ve bilgileri aracılığıyla gerçek anlamda asla anlaşılamaz.”
Ancak bilinenler yaşamın her alanında gerektiğince göz önünde bulundurulmuyor. Dolayısıyla korumacı düzenlemeler, çabalar çoğunlukla “doğal” sayılan ortamlara –“alanlara”- ya da varlıklara indirgeniyor.
Kolaycılık yeğleniyor…
Çoğunlukla Çizge 1’de yalınlaştırdığım yaklaşımlar günümüzde bile oldukça yaygın:

Bu bir bakıma eskil –“kadim”-, geleneksel ve yaygın yaklaşım, üstü örtük de olsa temelde iki varsayıma dayanıyor:
- Yalnızca belirli özelliklere sahip -ender bulunanı, geleceği tehlike altında olduğu düşünülen, çekiciliği bulunan vb.- doğal ortam ve varlıkların korunması gerekiyor!
- Doğal süreçler, ortam ile varlıklar çevrelerinden yersel –“alan”- olarak ayrılarak –“soyutlanarak”- korunabilir!
Doğal süreçlerin, ortamlar ile varlıkların korunmasına yönelik “farkındalık” oluşturma, bu amaçla bilgilendirme, kural ve standart önerileri geliştirme vb. yararlı çalışmalar yapan IUCN’i (Uluslararası Doğa Koruma Birliği, -“International Union for conservation of Nature) biliyorsunuz. Anlamakta zorlanıyorum: IUCN, yaşanan onca olumsuz sonuçlarına karşın çabalarına egemen olan seçkinci, soyutlamacı ve indirgemeci yaklaşımını sürdürüyor. İlginçtir; önermeleri de dünyanın her yanında neredeyse koşulsuz biçimde yaygın olarak benimsenmesini ve uygulanması hedefliyor. Neden acaba? Aklımın ermeğe başladığından (!) bu yana ben de şöyle düşünüyorum:
- “Doğa”, sürekli olarak değişen etkileşimli süreçler bütünüdür; bileşenlerinin birbirlerinden, özellikle de yersel olarak tümüyle ayrıştırılması -“soyutlanabilmesi”- olanaklı değildir!
- Yalnızca doğal süreçler değil kuşkusuz; toplumsal, ekonomik, kültürel değişme ve gelişmeler de hem birbirleriyle hem de doğal süreçlerle doğrudan ve dolaylı olarak az ya da çok etkileşiyor!
- Doğal süreçleri, ortamlar ile varlıkları olumsuz olarak etkileyen gelişmeler, temelde öznel, açık söyleyişle, tek tek birey ya da kuruluşların istençleri -“iradeleri”- ile karar ve uygulamalarının değil, nesnel koşulların –“üretim ilişkilerinin- sonuçlarıdır!
Görünüşe bakılırsa çoğu kişi bu son derece yalın gerçeklikler en azından kuramsal olarak biliyor. Ancak yaşamın tüm alanlarının düzenlenmesi sırasında bütüncül olarak gerektiğince göz önünde bulundurulmuyor. Dolayısıyla, “korumacı” düzenleme ve uygulamaların istendik sonuçlar verebilmesi rastlantılara kalıyor, çoğunlukla da kalıcı olamıyor. Bütüncül olarak göz önünde bulundurulabilmesiyse, siyasal mücadeleleri –“particilik dalaşması” değil!- gerektiriyor. Böyleyken, en keskin “doğa korumacılar” bile çoğunlukla ya bunu göze alamıyor ya da böylesine külfetli (!) bir uğraşa kalkışmıyor vb. Yoksa doğal süreç, ortamlar ile varlıkların da, sözgelimi depremlerin yol açtığı yıkımlar gibi “siyaset üstü”😊 bir konu olduğu mu düşünülüyor? Öyle düşünülüyorsa eğer, ki bence çoğunlukla öyle olduğu düşünülüyor; bu bence yaşamsal önemde bir yanılsamadır.
Gerçekte Bertolt Brecht’in içinde bulunduğumuz günlerde artık herkesin, TÜSİAD’çıların bile😊 söylemesi gereken şu ünlü sözü doğal süreçler, ortamlar ile varlıkların, bu kapsamda KA’ların geleceği için de anlamlı:
“Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber ya hiç birimiz!”
Doğal süreçler, ortamlar ile varlıklar günümüzde bile “kaynak” sayılıyor…
Bildiğiniz gibi, evrendeki tüm doğal süreçlerin, ortamlar ile varlıkların içsel –“kendinde”- değerleri vardır. Herhangi bir yararının olmadığı düşünülenler bile yalnızca “var oldukları” için değerlidir. Ancak, özellikle değişime dayalı üretim ilişkilerinin ortaya çıkması, yaygınlaşıp egemenleşmesi doğal süreçler, ortamlar ile varlıkların da “kaynak” -“doğal kaynak”- sayılmasına yol açmıştır. Dolayısıyla doğal süreçler, ortamlar ile varlıklar da giderek metalaştırılmıştır. Artık öyle bir aşamaya ulaşılmıştır ki, değişim değerine sahip tüm doğal süreçler, ortam ve varlıklar fiyatlandırılır olmuştur. Bu kapsamda görece yakın dönemlerde, örneğin 1960’lı yıllarda “Müştereklerin Trajedisi”, 2000’li yıllarda Birleşmiş Milletler’in “Milenyum Ekosistem Değerlendirmesi” vb. önerilerle doğal süreçler, ortamlar ile varlıkların özel mülkiyete geçirilmesi ya da yararlanmanın tüm boyutlarıyla fiyatlandırılmasıyla “daha etkin korunabileceği” savları öne sürülür olmuştur. Bu yönelim ülkemize de yansıtılmıştır.* Öyle ki “en” korumacı” görünen hukuksal düzenlemeler bile bu yaklaşım doğrultusunda biçimlendirilmiştir. Örneğin,
- 1983 yılında büyük uğraşlarla çıkarılan, günümüze değin 12’ si 2000’li yıllarda 18 kez değiştirilen 2872 sayılı Çevre Kanunu (örneğin Madde 3/c) ile
- Tümü yine 2000’li yıllarda olmak üzere 8 kez değiştirilen 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu da (örneğin Madde 13)
- temel de “kaynak” yaklaşımıyla hazırlanmıştır. Ancak 2872 sayılı yasanın 2. maddesinde “kâğıt üzerinde kalan”
- “Doğal varlık: Bütün bitki, hayvan, mikroorganizmalar ile bunların yaşama ortamları…” ile
- “Doğal kaynak: Hava, su, toprak ve doğada bulunan cansız varlıklar…”
ayrımı yapılmıştır. Böyleyken, başta Milli Parklar Yönetmeliği olmak üzere ilgili yönetmeliklerdeki düzenlemeler, belki de bu yaklaşımın nelere yol açabileceğinin ayırdında olunmadan (?) yapılmıştır.* Örneğin Milli Parklar Yönetmeliği’nin 4. maddesinde “tabii Kaynak” ve “biyolojik tabii değerler” için
“… flora, fauna, habitatlar, ekosistemler, tabiat tarihinin ve tabii mirasın müstesna özellikleri ve bunlara dair ilmi değerler ile fiziki tabii değerler; coğrafi konum, jeolojik ve jeomorfolojik teşekküller, hidrolojik ve limnolojik özellikler, klimatik özellikler ve bunlara dair ilmi değerleri”
tanımı yapılmıştır. Ek olarak; “kaynak”, “kaynak değerleri” söylemleri öteki maddelerinde de çokça kullanılmıştır. Oysa doğal süreçlere, ortamlar ile varlıklara, özellikle hiçbir ayrım gözetmeden “kaynak” olarak yaklaşıldığında, deyim yerindeyse, “cehenneme giden yolun taşlarının döşenmesi” başlanmıştır artık.**** Bu “yolun” nerelere ulaşabileceğini öngörebilmek her durumda olanaklı değildir çünkü. Sözgelimi; • hangi doğal süreçler, ortamlar ile varlıklar “kaynak” sayılabilecektir; • bu “kaynakların” mülkiyetinin ya da kullanım “hakkı” (?) kimlerin olacaktır; • mülkiyet ya da kullanım hakkı sahipleri bu “kaynakları” hangi amaçlarla ve nasıl kullanacaktır; • bu kullanım kimler tarafından nasıl denetlenebilecektir; • günümüzde çokça sözü edilen “kamu yararı” – “üstün kamu yararı” da diyebilirsiniz☹- ne denli gözetilecektir; • gerektiğince (?) gözetilmesi kimler tarafından nasıl sağlanabilecektir; • gerektiğince (?) sağlanamadığı saptandığında hangi yaptırımlar uygulanacaktır? Ayrıca; • örneğin, ülkemizde KA’ların yönetiminde böyle bir düzenek oluşturulabildi mi; • henüz oluşturulamadıysa eğer nasıl oluşturulabilir, mi? Böylesi soruların pek sorulmadığı ülkemizde doğal süreçler, ortamlar ile varlıkları koruma politikası için söylenebilecek olan ancak “saldım çayıra, Mevla’m kayıra” olacaktır. Zahmet edip çevrenize bir bakın, tanıklıklarınızı anımsayın lütfen; “Mevla’m KA’ları ne denli kayırmış, kayırıyor”?
“Kullanarak koruma”, “yararlanmak için koruma” vb. yaklaşımlar egemenliğini sürdürüyor…
Çok açık değil mi; “kaynak” olarak algılanan “şeyler” kullanılır, gerektiğinde tüketilir! Her zaman öyle olmamış mıdır? Ancak doğal süreçler, ortamlar ile varlıkların giderek niteliksel ve niceliksel olarak yetersizleşmesinin, yanı sıra, ekolojik, ekonomik ve toplumsal yıkımlara yol açmasının ayırdına varılması “korumacı” çabaları da gündeme germiştir. Bildiğiniz gibi bu doğrultuda, çoğu Birleşmiş Milletler’in yönlendiriciliğinde, örneğin
- “Büyümenin Sınırları” başlıklı yazanak (1972),
- “İnsan ve Çevresi Konferansı” (1972),
- “Ortak Geleceğimiz” başlıklı yazanak (Brundtland Raporu, 1987),
- “Çevre ve Kalkınma Konferansı” (“Gündem 21”,1992),
- “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi” (1992),
- “İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi” (1997),
- “Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi” (2002),
- “Paris İklim Antlaşması” (2016) vb.
vb. etkinlikler gerçekleştirilmiştir. “Koruma-kullanma dengesi” söylemi de nedense (?) daha çok emperyalist ülkelerin bu “aydınlanma” sürecinde ortaya çıkmış, en az “sürdürülebilir kalkınma”, “küreselleşme” vb. denli “masum”😊 bir kavramdır. Bu noktada sözgelimi “Emperyalist ülkelerin “başına saksı mı düşmüştür?” ya da pek “müstehcen” deyimi birazcık değiştirerek söylersem; “Bayram değil seyran değil, emperyalist ülkeler neden doğal süreçleri, ortamlar ile varlıkları da öpmeye kalkıştı?” vb. sorular sizin de aklınıza gelmiyor mu? Aşağıda sunduğum iki açıklama, çoğu emperyalist ülkeler ile güdümündeki ülkelerarası kuruluşlarda geliştirilen “sürdürülebilir kalkınma”, “ekosistem hizmetleri”*, “doğa sermayesi” vb. kavramları gerektiğince sorgulamadan ülkemize aktaranları, aktarmakla da yetinmeyip, tepe tepe kullananları “şapkalarını önlerine koyup birazcık düşünmeye yöneltir mi acaba? Hiç sanmıyorum doğrusu:
Dünya Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi (WBCSD) | İş Dünyası ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği** (SKD-Türkiye) |
“2020 yılının global şirketleri, dünyanın karşı karşıya bulunduğu sorunları dikkate alarak – açlık, yoksulluk, iklim değişimi, kaynakların israfı, küreselleşme ve demokratikleşme – yeni müşterilere ürün ve hizmetlerini sunanlar olacaktır. Bu yöndeki çabalar değerli ve sürdürülebilir olmakla birlikte, bunlar aynı zamanda kârlı da olmak zorundadır… Bu nedenle, iş dünyasının topluma olan katkısı hayır ve bağış işleri ile ilgili girişimlerimizden ve desteğimizden değil, kendi öz işimizden gelmelidir.” (Vurgulamayı ben yaptım YÇ) | “Sürdürülebilir kalkınma çalışmaları artık iş dünyası için olmazsa olmaz bir alandır. Şirketler uluslararası platformda kârlılık ve cirolarından çok sürdürülebilir kalkınma altında ele alınan itibar, marka, değişen şartlara uyum, gelecek risklerin azaltılması, risklerin fırsatlara çevrilmesi konularına odaklanmak mecburiyetindedir. Bu, ticaretin korunması, devamlılığı ve büyütülmesi için esastır. Türkiye ve Türk iş dünyasının küreselleşme sürecine uyum sağlayabilmesi AB üyelik şartlarını başarıyla uygulayabilmesi için konunun işleyiş ve mantığını anlaması çok önemlidir.” |
Kaynak: Kaynak: İşveren Dergisi, Haziran 2006, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu.
Daha nasıl söylesinler… Ancak, bu türden yararlanmacı yaklaşımlar yalnızca “şirin” görünümlü sermayeci örgütlerince değil başka kuruluşlar ile “konu uzmanları” tarafından her fırsatta sıkça sergilenmiştir.ix İktisatçı bilim insanı Fuat Ercan ile arkadaşlarının “eleştirel olmayan, verili ilişkilerin devamlılığı için bilgi üreten, bu anlamda egemen işleyişin devamlılığını sağlayan sermayenin organik aydınları” olarak tanımladığıx “lehimci mühendisler” bilerek ya da bilmeden (?) işte böylesi işlevler de görüyor.
Öte yandan, ilginçtir; ülkemizde “koruma-kullanma” söylemi, 12 Eylül Darbesi’ni izleyen 1980’li yıllarda gündeme gelmiştir; neden acaba? Örneğin ilgili hukuksal düzenlemelerde ilk kez
- 2872 sayılı yasanın 9 ile 20. maddelerinde “koruma ve kullanma esasları”, yanı sıra,
- 2873 sayılı yasanın 4. maddesinde “koruma ve kullanma amaçları” ve 13. maddesinde “koruma ve çok taraflı kullanım”
olarak kullanılmıştır. Doğal olarak, örneğin 1986 yılında çıkarılan Milli Parklar Yönetmeliği’nin örneğin 5. maddesinde de
- “koruma ve kullanma esasları” ile
- “kullanma ve yararlanma şartları”
söylemleri öne çıkarılmıştır. Ardından 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 2006 yılında yeniden düzenlenen 9. maddesinde “çevre düzeni planlarının” hazırlanması sürecinde “koruma-kullanma dengesinin…” gözetilmesi kuralına yer verilmiştir. Bu noktada; “- Peki ama koruma-kullanma esasları, şartları nasıl belirlenecek?” sorusu akla gelebilir. Milli Parklar Yönetmeliği’nin 5. maddesinde bu sorunun da yanıtı verilmiştir:
“Kaynak değerleri ile koruma ve kullanma esaslarının belirlenmesinde, ilmi ve teknik araştırmalara en geniş ölçüde yer verilir.”
“Kullanma ve yararlanma şartları ve seviyesi idarece belirlenir ve taşıma kapasitesinin dışına çıkılmaz.”
Ancak araştırdım, sordum soruşturdum sözü edilen “esaslar” ile “şartlara” ulaşamadım. Sanırım, daha önce de aktarmıştım; 2873 sayılı yasanın “Koruma” başlıklı “Beşinci Bölüm”ün 14. maddesinde açıklanan şu “yasaklamalar” yeterli görülmüştür. Bu “yasaklamalara” Milli Parklar Yönetmeliği’nin “Temel İlkeler” başlıklı 5. maddesinde daha ayrıntılı biçimde yer verilmiştir. Hoş göreceğinizi umarak onların da birkaçını anımsatayım:
“Bu yönetmeliğin uygulandığı yerlerde;
A) Genel olarak
- Kanunun 14 üncü maddesi ile yasaklanan faaliyetler yapılamaz.
- …
- Kaynakların tabii karakterinin mutlak korunması ve devamlılığı sağlanır.
- Tabii kaynakların işletilmesi yasaktır.
- Tabii denge ve manzara bütünlüğünü bozacak ve tabii çevrenin bakir karakteri ile bağdaşmayacak hiçbir faaliyete izin verilmez.
- Bu yerler sadece koruma, yönetim, araştırma, ziyaretçi, tanıtım tesis ve hizmetleri ile donatılır; bu tesisler ile kaynak amenajmanı ve restorasyon esasları planlarında belirtilir.
- Kullanma ve yararlanma şartları ve seviyesi idarece belirlenir ve taşıma kapasitesinin dışına çıkılmaz.
- Tabii ve kültürel kaynaklara, kaynak değerini bozmayacak, ancak tamamlayıcı ve restorasyon amaçlı müdahalelerde bulunulabilir.
- Tabiatı mutlak koruma zonlarında, tabii kaynaklar insan etkisi olmaksızın tabii haline bırakılır.
- …
- Kamulaştırma ve Tahsisler Kanunun 5 inci ve 6 ncı maddelerine göre yapılır.
- …
“- Peki ya ‘B) Özel hallerde’ hangi ilkeler uygulanacak?” derseniz onlara da çarpıcı olduğunu düşündüğüm birkaç örnek vereyim:
- Düzenli tarım ve mevcut iskan alanları ile bunları çevreleyen kırsal manzara dokusu, kültürel ve tabii kaynakların korunması ve değerlendirilmesinde tezat teşkil etmemesi halinde bu arazi kullanımlarının devamlılıklarını temin etmek üzere planlarında gerekli hükümler getirilir ve bu hükümlere göre özel mülkiyet tasarruflarına izin verilebilir.
- …
- Üretim, otlatma ve avlanma faaliyetlerine ve kaynakların korunması geliştirilmesi ve devamlılığını sağlayacak teknik faaliyetlere, … mutlak koruma zonları dışında izin verilebilir.
- Kamu yararı açısından vazgeçilmez ve kesin bir mecburiyet doğması halinde, planda yer almayan herhangi bir yatırım projesinin uygulanmasına, projenin çevreye yapacağı tesir etüt edilerek, çevre ve kaynak koruma politikalarıyla kabul edilemez bir tezat teşkil etmeyeceğinin tespit edilmesi halinde, planda gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra Bakanlıkça izin verilebilir. (Ek cümleler:RG-18/3/2014-28945) …” (Vurgulamaları ben yaptım YÇ)
“Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim.
Öte yandan, günümüzde, “yararlanmak için koruma” yaklaşımına, söylemlerine yeni boyutlar getirilmiştir. Sözgelimi, son yıllarda, deyim yerindeyse “denize düşen yılana sarılır” deyimini anımsatan bir yaklaşımla KA’ların iklim değişikliğinin yol açabileceği olumsuzluklara karşı bir güvence sağlayacağı için korunması gerektiği tezleri de öne sürülür olmuştur. Örneğin, 2011 yılında “Korunan Alanlar ve İklim Değişikliği Türkiye Ulusal Stratejisi” adıyla kamuoyuna sunulan yayının “önsözünde” şu görüşlere yer verilmiştir:*
“Bilimsel kanıtlara ve doğa koruma deneyimlerine göre korunan alanlar, iklim değişikliğiyle küresel mücadelenin temel bir parçası. Korunan alanlar, doğal kaynakların ve ekosistemlerin sağladığı hizmetlerin sürdürülmesi açısından önemli. Karasal karbon miktarının yüzde 15’ini depolayan bu alanlar, iklim değişikliği azaltım ve etkilerine uyumda eşsiz bir role sahip. Korunan alanlar, bu sayede, sera gazı salımlarının düşürülmesine yardımcı oluyor. Böylesi alanlar olmazsa, iklim ile ilgili sorunlar daha kötü bir hal alabilir. Dolayısıyla korunan alanların güçlendirilmesi, iklim krizinde en güçlü doğal çözümlerden biri.” xi
Aynı yayında şu açıklamaya da yer verilmiş:
“2009 sonunda, IUCN-WCPA, Doğal Kaynakları Koruma Teşkilatı (The Nature Conservancy), Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Yaban Hayatı Koruma Derneği (Wildlife Conservation Society), Dünya Bankası ve WWF; iklim değişikliği müdahale stratejileri içerisinde korunan alanların oynayabileceği rol konusunda ilk küresel değerlendirmeyi yayınladılar: Doğal Çözümler: Korunan Alanlar İklim Değişikliğiyle Mücadelede İnsanlara Yardım Ediyor.”
Ne güzel değil mi😊…
Böylesi yaklaşımlarda KA’ların korunması gereğini pekiştirme amacı güdülüyor olabilir; bilemiyorum. Ancak, tıpkı “üstün kamu yararı” söyleminde olduğu gibi, böylesi amaçları ikincilleştirebilecek başka “insanlara” -hangi insanlara?- yarar sağlama amaçlı yaklaşımlar da kolaylıkla gündeme getirilebilir. Bence pek çok temel sorun da böylesi yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Örneğin, “KA’ların sunduğu ekolojik “hizmetlerin”, biyolojik çeşitliliğinin, görsel varsıllığının vb. “insanlık için önemli fırsatlar” sunduğu öne sürülebiliyor. Bunun, kuşkusuz “iyi niyetle” hazırlanmış şu görsele yol açan anlayıştan ayrımı nedir söyler misiniz:
Örneğin şu yasal düzenlemeler ile bu düzenlemelere yol açan nesnel nedenler yürürlükteyken…
Doğal süreçler, ortamlar ile varlıkları “koruma” tutkusu ülkemizde de yaygınlaştı. Öyle ki, örneğin dönemin “çok başarılı”😊 Çevre ve Şehircilik Bakanı 2019 yılında şöyle bir açıklama yapabilmiştir:xii
“Ülkemizin yaklaşık yüzde 9’u korunan alan statüsündedir. Bakanlığımız her yıl korunan alanlarını yüzde 20 arttırarak 2023 yılı itibariyle korunan alanları ülke yüzölçümünün yüzde 17’sine ulaştırmayı hedeflemektedir.”
Peki, Mart 2025’e değin bu hedefe neden ulaşılamadı? Bakan’ın yanı sıra, Bakan’ın konuşmasını hazırlayanların da bu soruya anlamlı yanıtlar verebileceklerini düşünmüyorum. Deyim yerindeyse çoğu durumda olduğu gibi, “lâf olsun, torba dolsun” örneği bir söylem işte☹…
Öte yandan, evet, bu denli olmasa da kimi KA’ların hem sayısı hem de genişliği ülkemizde de artırılmıştır (Ek 2). Ancak, ülkemizde öncelikli sorun, artırılmasından çok KA’ların gerektiğince korunamaması, yanı sıra, buralardan herhangi bir biçimde yararlanılması gerekiyorsa eğer yararlanma amaçları, biçimleri ile yoğunluğudur. Ben diyorum ki, ülkemizde bu konulardaki gelişmeleri bireysel ya da kurumsal rastlantılara bırakmayacak, dahası geniş anlamda kamu yararını gözetecek yaklaşımlar sergilenmiyor; dolayısıyla düzenlemeler bulunmuyor, uygulamalar ve tartışmalar yapılmıyor! Ve ekliyorum: Örneğin, şu yasal düzenlemeler yürürlükteyken KA’ların gerektiğince korunabilmesi kesinlikle olanaksızdır. Nokta!
6831 sayılı Orman Kanunu’nun (1956) üç kez değiştirilen 16. maddesi:
“(Değişik birinci fıkra:23/3/2023-7442/10): Devlet ormanları içinde maden aranması ve işletilmesi ile madencilik faaliyeti için zorunlu; tesis, yol, enerji, su, haberleşme ve altyapı tesislerine, fon bedelleri hariç, bedeli alınarak Tarım ve Orman Bakanlığınca izin verilir. Ancak, temditler dahil ruhsat süresince müktesep haklar korunmak kaydı ile Devlet ormanları sınırları içindeki tohum meşcereleri, gen koruma alanları, muhafaza ormanları, verimli orman alanları, orman parkları, endemik ve korunması gereken nadir ekosistemlerin bulunduğu alanlarda maden aranması ve işletilmesi, Tarım ve Orman Bakanlığının muvafakatine bağlıdır.”
Ek Madde 8 (2003, 2004):
“Bu Kanun ile 9.8.1983 tarihli ve 2873 sayılı Millî Parklar Kanununa tâbi alanlar üzerinde bulunan yapı ve tesisler yirmi yıla kadar kiraya verilebilir.”
Ek Madde 14 (2014):
“Orman veya orman rejimine tabi alanların; mesire yeri, şehir ormanı, millî park, tabiat parkı, tabiat anıtı, yaban hayatı koruma ve geliştirme sahaları ve avlak olarak ayrılan kısımlarında, orman koruma ve yangınla mücadele için yapılacak yapı ve tesisler ile idarenin ve ziyaretçilerin zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak olan taban alanı 250 metrekareyi ve kat adedi bir bodrum kat ve çatı arası hariç ikiyi geçmeyen yapılar uzun devreli gelişme planlarına veya gelişim ve yönetim planlarına göre yapılır.”
2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu’nun sekiz kez değiştirilen 8. maddesi:
“(4) (Ek:18/7/2021-7334/6) (Değişik: 25/10/2023-7464/14): 9/8/1983 tarihli ve 2873 sayılı Millî Parklar Kanunu gereğince tespit ve ilân edilen yerlerde, ilgili Bakanlıkça belirlenen ve üzerinde turizm maksatlı konaklama tesisi bulunan veya konaklama tesisi yapılması uygun görülen alanları, uzun devreli gelişme planları ve gelişme planlarına uygun olarak, gelirleri Tarım ve Orman Bakanlığı döner sermayesine ait olmak üzere yatırımcılara tahsis etmeye sadece Bakanlık yetkilidir.”
2873 sayılı Milli Parklar Kanunu’nun (1983) birer kez değiştirilen 6, 7 ile 8. Maddeleri:
“Madde 6 – Milli park, tabiat parkı, tabiat anıtı ve tabiatı koruma alanı içinde kalıp da, bu Kanunun uygulanması için gerekli olanlardan;
- Hazineye ait taşınmaz mallar, Orman ve Su İşleri Bakanlığının talebi üzerine,
- Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerler, resen Hazine adına tescilini takiben,
- Yukarıdaki (a) ve (b) bentlerinde belirlenenler dışında, kamu idareleri ile kamu kurum ve kuruluşlarına ait taşınmaz mallar ve irtifak hakları, 6830 sayılı İstimlak Kanununun 30 uncu maddesi uyarınca, belirlenecek bedelin ödenmesi şartıyla,
tahsis edilir.
Madde 7 – Milli park veya tabiat parklarında, planlarına uygun olması şartıyla, kamu kurum ve kuruluşları tarafından yapılacak her türlü plan, proje ve yatırımlara Orman ve Su İşleri Bakanlığınca izin verilebilir ve uygulamalar bu Kanun hükümlerine göre denetlenir.
Ancak; bu Kanun kapsamına giren yerlerde tarihi ve arkeolojik sahalarda kazı, restorasyon ve bilimsel araştırmalar Kültür ve Turizm Bakanlığının iznine tabidir.”
“Madde 8 – Turizm bölge, alan ve merkezleri dışında kalan milli parklar ve tabiat parklarında kamu yararı olmak şartıyla ve plan dahilinde, turistik amaçlı bina ve tesisler yapmak üzere gerçek ve özel hukuk tüzelkişileri lehine Maliye Bakanlığının görüşü alınarak Orman ve Su İşleri Bakanlığınca izin verilebilir. Bu izin üzerine gerçek ve özel hukuk tüzelkişileri lehine tesis edilecek intifa hakkı süresi kırkdokuz yılı geçemez.”
3213 sayılı Sayılı Maden Kanunu’nun (1985) beş kez değiştirilen 7. maddesi:
“(Ek fıkra: 10/6/2010-5995/3): Yaban hayatı koruma ve geliştirme sahalarında maden arama ve işletme faaliyetleri ile bu faaliyetler için gerekli geçici tesislere çevresel etki değerlendirme raporunda belirlenen esaslar dahilinde izin verilir.”
5346 sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun’unun (2005) dört kez değiştirilen 8. maddesi:
“(Ek fıkra: 29/12/2010-6094/5): Milli park, tabiat parkı, tabiat anıtı ile tabiatı koruma alanlarında, muhafaza ormanlarında, yaban hayatı geliştirme sahalarında, özel çevre koruma bölgelerinde ilgili Bakanlığın, doğal sit alanlarında ise ilgili koruma bölge kurulunun olumlu görüşü alınmak kaydıyla yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretim tesislerinin kurulmasına izin verilir.” (2010)
Böylesi yasal düzenlemeler egemen üretim ilişkilerinin, somut olarak da emek ve doğa sömürüsüne, kamusal varlıkların özelleştirilmesine dayandığı ülkemizde de yeğlenen kapitalist ekonomik büyüme politikalarının bir gereği olarak gündeme getirilmiştir. Bu yalın gerçek göz önünden bulundurulmadan hukuksal öneriler öne sürmek, uygun deyimle “abesle iştigal etmektir” ya da “havanda su dövmektir”! *
KA’lar da kimileri için “fırsattır”!
Günümüzde her şey, kutsallar bile metalaştırılıp özelleştiriliyor. Öyle ki, oluşumları için sermaye ve emek harcanmayan doğal süreçler, ortamlar ile varlıklar, yanı sıra, doğrudan ve dolaylı olarak sunduğu “hizmetler” bile bu yönelimin dışında kalamıyor. Başka ülkelerde de öyle midir, bilmiyorum: Ülkemizde KA’lar da artık kimileri için “fırsata” dönüştürülmüştür. Çünkü
- sahip olduğu görece “el değmemiş” her türlü varsıllık –“kaynak değerleri”☹-,
- devlet mülkiyeti, sahipliği ve kullanımında olması,
- devlet tarafından yapılmış alt yapı yatırımları,
- toplumun görece doğal ortamlar ile varlıklara yönelik artan ve yaygınlaşan ilgisi
vb. KA’ların kullanım, dolayısıyla değişim değerlerini –“rantlarını”- yükseltiyor. Bu nedenle, ülkemizde KA’lar da hem devlet, dolayısıyla siyasal iktidar hem de özel sermaye için “fırsata” -kârlı yatırım alanlarına- dönüştürülüyor. Bu sürecin ilginç yanı ilgili kamu kuruluşlarının da bu “fırsatı” değerlendirme çabasına girebilmesidir. Sözgelimi, 175 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle DKMP-GM’ye verilen görevler arasında “Doğa Turizmi Stratejisi Eylem Planı hazırlamak, doğa turizmi bilincini, potansiyelini ve tanınırlığını artırmaya yönelik çalışmaları koordine etmek” de sayılmıştır. Güzel, ancak, yanıtlanması gereken sorular şu: Nerelerde “doğa turizmi”? Kültür ve Turizm Bakanlığı varken neden DKMP-GM? Ülkemizde “doğa turizmi” denilen etkinlikler çoğunlukla nerede yapılıyor? Bu sorunun yanıtını DKMP-GM veriyor:xiii
“Doğayla iç içe vakit geçirmek isteyen vatandaşlar, DKMP-GM Genel Müdürlüğünün yetki ve sorumluluğundaki korunan alanlara ilgi gösteriyor. Havası, suyu, tarihi-doğal kaynak değerleri, tabii görünümleri ve sakin ortamları ile ziyaretçilerine eğlenme, dinlenme ve boş zamanlarını değerlendirme imkânı sunan korunan alanlar, 2024 yılında da vatandaşların gözdesi oldu. 49 milli park, 269 tabiat parkı, 111 tabiat anıtı, 32 tabiatı koruma alanı, 85 yaban hayatı geliştirme sahası, 14 RAMSAR, 59 ulusal öneme haiz sulak alan ve 58 mahalli öneme haiz sulak alan olmak üzere toplam 677 korunan alan, 2024 yılında toplam 67 milyon 849 bin 852 ziyaretçi ağırladı. Bunlardan 61 milyon 803 bin 255’i günübirlik ziyaret gerçekleştirirken 6 milyon 46 bin 597’si de konaklamalı ziyarette bulundu.”
DKMP’ın “korunan alanlar ücret tarifesinde” şunlar var:
• Kişi girişi, • araç girişi, • çadır- karavan- moto-karavan, • lüks çadır, • tiny house😊 ve sabit karavan, • kır evi-bungalov- orman köşkü😊- • misafirhane, • açık alan etkinlikleri, • izin-irtifak, • alan kılavuzluğu hizmeti, • baz ve radyo verici istasyonları yıllık kira, • ATM ünitesi yıllık kira, • elektrikli araç şarj istasyonu ve telefon şarj ünitesi yıllık kira, • reklam tabelası, • billboard ve totem😊 kira, ticari maksatlı içme-kullanma suyu ve termal su kuyusu açma ve kullanma yıllık izin bedelleri, • amatör-sportif olta balıkçılığı yer kullanım izin bedeli, • fotoğraf-film-video çekimi, • sulak alan etkinlikleri, • avlanma izni, • av ve yaban hayvanları tazminat bedelleri, • av ve yaban hayvanı belge ücreti, yaban hayvanı tahsisi ücreti, • kanatlı yaban hayvanı satış ücret…
Kısacası; OGM ile DKMP-GM ve TVK-GM, tekellerinde bulunan KA’ların geniş anlamda kamunun yararına kullanılması gereken rantından doğrudan ya da dolaylı olarak sermayenin de yararlanmasına yönelik politikalar izleme, uygulama çabasındadır. Doğaldır ki bu yönelimden kendisi de yararlanıyor –“nemalanıyor”- . Ne güzel değil mi; deyim yerindeyse, devlet de olsa “bal tutan parmağını yalıyor” işte…
Bu noktada, 2014 yılında çıkarılan ama sekiz yılda dört kez değiştirilen Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği ile bu yönetmelik “… Kapsamında Verilecek İzinlere İlişkin 2024 Yılı Uygulama Esasları”nı bir de bu yaklaşımla incelemenizi öneriyorum. İncelediğimde benim aklıma “Hayırlı işler, bol kazançlar” demek dışında bir şey gelmedi doğrusu.
Gelelim “orman parklarına”… IUCN sınıflandırmasında “şehir ormanlarına”, DKMP-GM’nin KA verilerinde -“istatistiklerinde”- “mesire yerlerine” de yer verilmiştir. Ancak 2022 yılında çıkarılan Orman Parkları Yönetmeliği’nin 4. maddesinde “orman parkı” olarak ayrılabilecek yerlerin yalnızca “rekreasyonel kaynak değerlerine sahip olması” yeterli görülmüştür. Yönetmelik bütünüyle değerlendirildiğindeyse “orman parkları”, “devlet ormanı” sayılan yerlerden yararlanmanın özelleştirilmesi işlevini gören
- “uygun” (?) biçimde düzenlenmiş ya da düzenlettirilmiş,
- “gerektiğince” (?) donatılmış ya da donattırılmış
- çok amaçlı
- “sıkıyönetimli”
- ücretli
kullanım yerleridir! Yönetmeliğin özellikle şu maddeleri de bu gerçeği ortaya koyuyor:
- Madde 8: “(2) Orman parklarının, tamamı veya bir bölümü, kamu yararı ve zaruret bulunması halinde 6831 sayılı Kanun hükümlerine göre başka maksatlara tahsis edilebilir.”
- Madde 9: “b) Orman parkları, 6831 sayılı Kanunun ek 8 inci maddesine göre yirmi yıla kadar kiraya verilebilir.”
- Madde 10: “a) Orman parkları işletmecilikleri 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu uyarınca kapalı teklif usulüyle ihale edilir.”
- Madde 15: “(1) Orman parklarına ve ekoturizm rotalarına gelen ziyaretçilerden giriş ücretlerinin alınıp alınmaması konusunda Genel Müdürlük yetkilidir.”
Kısacası ülkemizde KA’lar iyi niyetli teknokratlar ne denli karşı çıksa da daha çok “doğa rantının” değerlendirilmesine yönelik “fırsat” işlevini görüyor. Temelde, çoğunlukla görmezden gelinmesine karşın aşağıdaki görselin sergilediği gerçeklik söz konusu çünkü:
Parçacı ve antidemokratik yapılanma oldukça…
Şu yapılanmaya bakar mısınız:
- 6831, 2863, 2872, 2873, 4915 -Kara Avcılığı Kanunu- ile “alan başkanlıkları” için çıkarılan yasalar (6546, 7174, 7432… ) ve ilgili yönetmelikler
- amaçları, kuruluş yapıları, çalışma düzenleri, işlevsel ve yersel öncelikleri, bütçe olanakları ile sorunları farklı
- aynı bakanlığa bağlı OGM ile DKMP-GM’nin,
- nedense☹ Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın “hizmet birimlerinden” TVKGM’nin (Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü),
- MPGM (Mekânsal Planlama Genel Müdürlüğü) ile
- Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda bile farklı “Bakan Yardımcılarının” sorumlu olduğu “ilgili kuruluş” yapısında “alan başkanlıklarının” merkez ve taşra birimleri ile
- değişik amaçlarla ayrılmış yirmi dolayında “ koruma statüsü”…
Tam da saygıyla andığım Sadık Şendil’in ünlü “Yedi Kocalı Hürmüz” başlıklı oyununu anımsatan bir kurumsal yapı… Ancak, 2018 yılında başlatılan “mekânsal strateji planı” hazırlama çalışmalarının hâlâ -Şubat 2025- bitirilemediği* ülkemizde böylesine parçacı bir yapılanmayla KA’lar gerektiğince korunabilir mi? Sonra; hani doğal süreçler, ortamlar ile varlıklar birbirleriyle etkileşimli değişken –“dinamik”- bir bütünsellikti☹? Öyledir kuşkusuz ama ilgili hukuksal ve kurumsal düzenlemeler ile uygulamaların da bu gerçek her koşulda göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmesi gerekiyor. Gerektiğince göz önünde bulunduruluyor mu sizce?
Öte yandan, bildiğiniz gibi ülkemizde KA’larla doğrudan ilgili kuruluşların başında şimdilerde Tarım ve Orman Bakanlığı’nın “bağlı kuruluşlarından” DKMP-GM geliyor. DKMP-GM’nin 175 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle “kamu tüzel kişiliğini haiz, özel bütçeli, bakanlığa –Tarım ve Orman Bakanlığı- bağlı” bir kuruluşa dönüştürülmesi, duyuruda şöyle değerlendirildi:xiv
“Bu yapılanma ile Genel Müdürlüğümüzün organizasyon yapısı çok daha güçlenerek doğa koruma faaliyetlerinde hızlı karar almayı ve etkin yönetimi sağlayacak daha fonksiyonel bir yapıya kavuştu.
Yeni yapılanma, Ülkemizin zengin biyoçeşitliliğinin, yaban hayatının, tabii ve kültürel kaynak değerlerinin daha iyi korunması ile sürdürülebilir yönetimi konusunda farklı yaklaşımlar getirilmesi ve yeni atılımlar gerçekleştirilmesi adına büyük rol oynayacak.”
Duyuru, söyleminin böylesine süslenmesinin gülünçlüğü bir yana, 1757-1763 döneminde Osmanlı Devleti’nde sadrazamlık da yapan ozan Koca Mehmet Ragıp Paşa’nın ünlü “Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler” sözünü akla getiriyor: Bu değerlendirmeden hareketle söylüyorum: Demek oluyor ki DKMP-GM daha önce “gerektiğince”
- “güçlü” değilmiş,
- “hızlı” karar alamıyormuş,
- “etkin” yönetilemiyormuş ve
- “fonksiyonel” olamamış!
Bu vargıya kimler nasıl varmış? Eğer bu vargı gerçekçiyse
- bu kuruluşu özellikle 2010’lı yıllarda kimler yapılandırıp yönetmiş;
- bu kuruluş tarafından yapılan yahut hiç ya da gerektiğince yapılamayan düzenleme ve uygulamalar doğal süreçleri, ortamlar ile varlıkları, özellikle de KA’ları nasıl etkilemiş;
- olumsuz sonuçlara yol açmışsa bu etkiler nelerdir, bunlardan kimler ne denli sorumludur; “sorumsuzlukları” yanlarına mı kalacaktır?
Peki, “yeni” yapısıyla DKMP-GM, Kararnamede yakınılan olumsuzluklardan kurtarılabilecek mi? Ayrıca, sözgelimi, “ihdas edilen kadro” sayısı
- toplam 9055’den 3853’e
- “orman muhafaza memuru” sayısı 1172’den 338’e ve
- araştırıcı sayısı 32’den 13’e
indirilen DKMP-GM, Kararnameyle verilen görevleri gerektiğince yerine getirebilecek mi? Bana sorarsanız getiremeyecek ama sözgelimi
- çeşitli kuruluşlardan sağlayacağı borç, bağış vb. dış kaynaklarla “projeler” özelinde çalışmalara ağırlık verebilecek;
- “doğa turizmi”, “avcılık”, “ekoturizm” vb. ücretli etkinlikler ile madencilik, enerji vb. yatırımları yaygınlaştırarak KA’ları “yol geçen hanına” dönüştürebilecek;
- “biyolojik çeşitliliğin “sürdürülebilir” ya da “koruma-kullanma dengesi”😊 içinde metalaştırılmasını daha da kolaylaştırabilecek;
- çalışmalarında “hizmet alımını”, sözleşmeli çalıştırmayı artırabilecek vb.
Kısacası, DKMP-GM de iyiden iyiye bir tür “taşeron kuruluşa” dönüştürebilecek. “Doğaperestlere” soruyorum; dönüştürülsün mü?
KA’larda yapılması gerekenler yapılmadıkça…
Daha önce andığım “Korunan Alanlar ve İklim Değişikliği Türkiye Ulusal Stratejisi”nde yer verilen dört hedeften birisi;
“Türkiye’nin üst ölçekli planlarında ve ulusal iklim değişikliği azaltım ve etkilerine uyum stratejilerinde, korunan alanlara gereken önemin verilmesi ve her iki konuda etkin araçlar olduğunun kabul edilmesi”
kapsamında “Politika” başlıklıydı. Bu başlık altında yer verilen bir öneri de şöyleydi:xv
“Türkiye’nin ulusal korunan alanlar stratejisini en kısa sürede geliştirmek. Ulusal korunan alanlar sisteminin oluşturulması için mevcut alanların değerlendirilmesi, yeni korunan alanların belirlenmesi, bu alanlar için koruma ve uygulama planlarının oluşturulması süreçlerine iklim değişikliği etkilerinin bütünleştirildiği kapsamlı bir ulusal strateji oluşturulmalıdır.”
Araştırdım; ne DKMP-GM ne de TVK-GM’de böyle bir belge bulunuyor.
Öte yandan, 2000’li yıllarda “Korunan Alan Yönetiminin Hızlı Değerlendirme ve Önceliklendirme” (RAPPAM) ile “Korunan Alanlarda Yönetim Etkinliğini İzleme Aracı” (METT) teknikleriyle ülkemizde de kimi çalışmalar yapılmıştır. Örneğin 2005 yılında 33 “milli park” için RAPPAM tekniğiyle* yapılan sorgulama 2009 yılında 40 “milli park” ile 30 “tabiat parkı” için yapılarak sonuçlar karşılaştırılmıştır.xvi 2022 yılındaysa 45 milli park ve 26 tabiat parkı için yine RAPPAM tekniğiyle 2005 ve 2009 yıllarına ilişkin sonuçlarıyla karşılaştırmalı sorgulamalar yapılmıştır.xvii İki çalışmada da ülkemizdeki korunan KA düzeninin etkenleştirilmesine yönelik benzer içerikte önemli değerlendirmeler yapılmış, çok sayıda öneriye yer verilmiştir. Örneğin, ilk çalışmanın bulgularına göre;
- Türkiye’de doğa koruma politikalarının uygulanmasında belirgin bir düşüş olduğu…
- Korunan alanlar sisteminin kalitesinde, özellikle ekosistemlerin ve türlerin temsiliyeti, doğal alanların el değmemişliği, yüksek koruma değeri ve doğal süreçlerde önemli bir düşüş yaşandığı…
- korunan alan vizyon, hedef ve amaçlarının anlaşılır ve açık olmaması, doğal süreçlerin peyzaj ölçeğinde korunmaması, kapsamlı biyolojik çeşitlilik envanterleri ve boşlukların düzenli gözden geçirilmesindeki eksikliklerin olduğu…
- korunan alanlar sisteminde tehditlerin giderek arttığı… 2005 yılında yapılan korunan alanlarda tehdit değerlendirmesiyle 2009 yılı karşılaştırıldığında tehditlerin toplam derecesinin %6,5 artış gösterdiği…
- son yıllarda giderek artan bu tehditlerin çoğunluğu, alanlara koruma amaçları dışında kamu eliyle yapılan; ulaşım ağları, turizm yapılaşması, enerji yatırımları gibi müdahalelerden kaynaklandığı…
- 2005’ten 2009 yılına gelindiğinde özellikle personelin performansı ve çalışma koşulları ile bütçe uygulaması ve istikrarında düşüş görüldüğü…
- geçmiş yıllara göre gerileme yaşanan konular toplumsal çatışmaların arttığı…
- korunan alan yöneticileri tarafından araştırma ve izleme faaliyetlerinin geçmiş yıllara göre azaldığı…
- korunan alanlarda, artan baskı ve tehditlerle bağlantılı olarak, yönetimde tehdidin önlenmesindeki etkinliğin giderek azaldığı…
öne sürülmüştür. Ek olarak,
“2009 yılında Türkiye’deki korunan alanlar geçmiş yıllara göre daha hassas bir yapıdadır. Bunun en önemli göstergesi, artan yasadışı faaliyetler, ahlaki çöküş, kaynakların kullanımına artan talep, yeni personel alımındaki zorluklar ve en önemlisi de alan yöneticileri üzerinde artan politik baskıdır. Korunan alanlar üzerinde artan baskı ve tehditler de eklendiğinde, Türkiye’de korunan alanlara daha fazla önem verilmesi gerektiği açıktır.”
açıklamasına yer verilmiştir. Ancak ilginçtir iki çalışmada da tüm KA’ları kapsayacak ülkesel düzeyde demokratik katılımlı bütünleşik planlamadan söz edilmemiştir. Çok daha ilginci, ne 636 sayılı KHK’da ne de 175 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nde de DKMP-GM’ye böyle bir planlama görevi verilmiştir.**
“SONUÇ” yerine bitmemesi gereken bir “Sessiz Tartışma” için “ara sonuç”

Öncelikle şunu bir kez daha vurgulayayım: Bence de ülkemizde daha çok KA ayrılıp gerektiğince korunmalıdır! Hem ekosistemlerimiz hem de tehditleri son derece çeşitli çünkü. Ancak, gerektiğince korunabilir mi? Bana sorarsanız korunamaz. Çünkü yürürlükteki düzen
- seçkincidir,
- popülisttir,
- bütüncü değil parçacıdır,
- soyutlamacıdır,
- indirgemecidir,
- antidemokratiktir,
- korumaktan çok yararlanmacıdır,
- başta 2872, 2873 ile 2863 sayılı yasalar olmak üzere ilgili hukuksal düzenlemelerin çoğu korumacılıktan çok rant devredicidir– yararlanma olanaklarını özelleştirmecidir-,
- çok boyutlu demokratik planlamacılıktan çok “projecidir”,
- özgül araştırıcı alt yapısından yoksundur,
- gerektiğince ayrıntılı veri tabanından yoksundur,
- nicel ve nitel olarak yeterli, “sürdürülebilir” bütçe olanaklarına sahip değildir!
vb. Tüm olumsuzluk ve yoksunluklara karşın hâlâ kimi olumluluklar üretilebiliyorsa eğer, bu ilgili kuruluşlardaki bilgili, deneyimli ve özverili çalışanların ürünüdür bence*. Ek olarak; yurttaşlarımızın “doğa korumacı” duyarlılık ve bilgisi, dolayısıyla çabası giderek yaygınlaşıyor ve derinleşiyor. Bu koşullarda yürürlükteki düzenin söz konusu olumsuzluklarının da aşılabileceğini inanıyorum; yeter ki, Nazım’ın “Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler” başlıklı şiirinde söylediği gibi,
“Kararmasın yeter ki
Sol memenin altındaki cevahir!”
Bu düşünce ve inançla aşağıdaki önerileri, günümüz koşullarında çoğu okura düşsel –“ütopik”, “hayali”, “fantezi” vb.- geleceğini bile bile bilginize sunuyorum:
Mustafa Kemal Atatürk’ün kurtuluş savaşımızın en sıkıntılı –“kritik”- aşamasında söylediği “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır.” sözünden esinlenerek söylüyorum;
“Yalnızca KA özelinde ve seçilmiş ortamlar ile varlıklara indirgenmiş doğa korumacılığı yoktur; gezegenimizdeki tüm doğal süreçler, ortamlar ve varlıklar için vardır!”
- Genel olarak doğal süreçlere, ortamlar ile varlıklara, bu kapsamda KA’lara yönelik “tehditlere” tekil olarak değil dinamik bir bütünün, önemi yersel ve zamansal olarak değişken boyutlarındaki sonuçlar olduğundan hareketle yaklaşılmalıdır. Çünkü sorunların tek tek ya da birkaçının ele alınması “tek ağaca bakmaktan ormanın görülememesine” yol açıyor; bütüncül çözümlemeler yapılmalıdır!
- Söz konusu sonuçlara yol açan nedenlerin başında artık ağırlıkla ekonomik politik temelli yeğlemelerin –“tercihlerin”- geldiği gerçeği kavranmalıdır!
- Tekel konumundaki DKMP ile TVK Genel Müdürlükleri KA’lardaki doğal süreçlerden, ortamlar ile varlıklarından şimdilik (!) yalnızca yararlanma olanaklarını metalaştırma yönelimindedir. Bu yönelimin mülkiyetin özelleştirilmesine evrilmesi de olasıdır; önlenmelidir!
- Doğal süreçlerin, ortamlar ile varlıkların metalaştırılmasına yönelik yaklaşımların bir anlamda “tatlandırıcıları” (!) işlevini gören “doğal kaynak”, özellikle de “koruma-kullanma dengesi”, “sürülebilir kullanım” vb. yaklaşımlar yanıltıcıdır; KA’larda da çözümü olanaksız sorunlara yol açıyor; gündemden çıkarılmalıdır!
- KA’lara yönelik yaklaşım “tam koruma” -“preservation”- temelli olmalıdır!
- Temel yaklaşım –“strateji”- KA’lardaki doğal süreçlerin kendini yeniden üretebilme ve dönüşebilme yeteneklerini içsel dinamikleriyle sürdürebilmesi, engellenmemesi, değiştirilmemesi olmalıdır!
- KA’lardaki kimi -“seçkin”😊- ortamlar ile varlıkları öne çıkarıp –“kayırıp”- doğal süreçlerin bütünlüğü gözden kaçırılmamalıdır!
- KA’ların belirlenmesi, ayrılması, korunması ve “yönetilmesi”, çok boyutlu bir etkinlik alanıdır; dolayısıyla yalnızca ormancılığın sorumluluk alanı olarak algılanmaması gerekiyor!
- “Korunan alan” söylemi anlamsızdır, “özel doğa koruma alanı” vb. bir söylem yeğlenmelidir!
- Ka’lardaki her türlü özel mülkiyet kamulaştırılmalı, kiralamalar ile kullanım izinleri kaldırılmalı; yenileri verilmemelidir!
- KA’lardaki süreçler çevrelerindeki ekolojik, toplumsal, kültürel değişmelerden soyutlanmamalıdır!
- KA’lar herhangi bir gerekçeyle sınıflandırılmamalı, kimileri kayırılmamalıdır!
- “KA’ların da ekolojik özellikleri değişip dönüşüyor. Bu değişim ve dönüşümler ile nedenleri izlenmeli, gerekirse alınacak önlemler belirlenmeli, bu amaçla ayrıntılı ve kamuoyuna açık veri tabanı, izleme ve araştırma alt yapısı oluşturulmalıdır!
- KA’lardaki doğal süreçlere, ortamlar ile varlıklara yönelik “tehditler” ile nedenleri de yersel ve zamansal olarak değişkendir. Bu nedenle korumacı çabalar sırasında bu gerçek de göz önünde bulundurulmalıdır!
- KA’larla ilgili tüm karar ve uygulama süreçleri kurumsallaşmış biçimde demokratikleştirilmelidir!
- KA’larda denetimli gözleme, izleme, araştırma ve eğitim/öğretim dışında etkinliklere izin verilmemelidir!
Öte yandan, açıktır ki, yürürlükteki ilgili hukuksal ve kurumsal düzenlemeler, bu kapsamda DKMP-GM ile TVK-GM örneği bir bakanlığın “bağlı” ya da “ilgili” kuruluşlardan oluşan bir kurumsal yapı bu gerekleri kendiliğinden yerine getiremez ya da getirmez! Böyle bir yapılanma yerine • geniş anlamda kamu yararını gözetecek, • tüm sektörleri bağlayıcı politikalar geliştirecek, • ilke ve kurallar koyacak gerektiğinde güncelleştirecek, • hukuksal düzenleme önerileri -“tasarıları”- hazırlayacak, • SÇED (stratejik çevresel etki değerlendirmesi) yapacak, • uygulamaları denetleyecek, • ilgili kuruluşlar arasında eşgüdümü sağlayabilecek, • gerekli araştırmaların yapılmasını sağlayacak doğrudan TBMM’ye karşı sorumlu, kurumsal olarak demokratik kamusal bir yapı kurulmalıdır – “DKK (Doğa Koruma Kurumu)” vb.-. Ek olarak
- “özel doğa koruma alanı” vb. adlarla ayrılan ve ayrılacak olan yerleri ilgili kuruluşlarla birlikte belirleyip gerekli alt yapı yatırımlarını tasarlayıp planlayacak ve yaşama geçirecek, bölgesel olarak da örgütlenebilecek DKK’ya bağlı bir birim oluşturulmalıdır;
- Anayasanın özellikle 44 (“Toprak mülkiyeti”), 46 (“Kamulaştırma”), 47 (“Devletleştirme ve Özelleştirme”, 56 (“Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması”), 63 (“Tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması”), 146-153 (“Anayasa Mahkemesi”), 155 (“Sayıştay”), 166 (“Planlama; Ekonomik ve Sosyal Konsey”), 168 (“Tabii servetlerin ve kaynakların aranması ve işletilmesi”), 169 (“Ormanların korunması ve geliştirilmesi”) ile 170. (“Orman köylüsünün korunması”) maddeleri, yanı sıra, 2872 ve 2873 ile 2863 olmak üzere ilgili yasalar yukarıda önerilen DKK düzenin gerekleri doğrultusunda yeniden düzenlenmelidir;
***
Gördüğünüz gibi, ortada çok boyutlu bir sorunsal var. Yaşamın hemen hemen her alanında antidemokratik yaklaşımların, yapılanmalar ile tutumların egemen olduğu bir toplumsal, kültürel ve siyasal yapılanmalarda böylesi sorunsallar, süreç için değişimler geçirse de kendiliğinden bir aşılamaz. Dolayısıyla, çoğu kişiye düşsel gelebileceğini söylediğim yukarıda örneklediğim köktenci –“radikal”- önerilerin, özellikle günümüz koşullarında kendiliğinden yaşama geçirilemeyeceği açıktır. Bu durumda “iş”, hâlâ ayakta kalmaya çabalayan kişi ve kuruluşların özverili çabalarına kalıyor. Deyim yerindeyse, “ahkâm kesmek” gibi olacaksa da, söyleyeceğim: Her alanda olduğu gibi, böylesi çabalar sırasında da yaygın olarak örgütlenmek, yeterince bilgilenmek, ilkeli güç birliği yapmak, sabırlı ve ısrarlı olmak; bu doğrultudaki istemleri toplumsallaştırıp siyasallaştırmak gerekiyor.
EKLER:
Ek 1: Yapay zekanın “conservation”, “preservation” “protection” terimlerine yaptığı açıklamalar
1. Conservation (Muhafaza etme)
Anlam:
Doğal kaynakların sürdürülebilir bir şekilde kullanılması ve yönetilmesi anlamına gelir. Conservation, insan ihtiyaçlarını karşılamak için doğal kaynakları kullanırken, bu kaynakların tükenmesini önlemeyi ve gelecek nesillere aktarılmasını hedefler.
Özellikleri:
- İnsan müdahalesi ve kullanımını içerir.
- Doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı önemlidir (örneğin, tarımda toprağın korunması, sürdürülebilir balıkçılık).
- Doğa ile insanlar arasında bir denge kurmayı amaçlar.
Örnekler:
- Yeniden ağaçlandırma çalışmaları.
- Sürdürülebilir orman yönetimi.
- Vahşi yaşam koruma alanlarının yönetimi.
2. Preservation (Muhafaza)
Anlam:
Doğal alanların ve kaynakların tamamen bozulmadan, olduğu gibi korunmasını ifade eder. Preservation, insan müdahalesinin en aza indirilmesini ya da tamamen engellenmesini hedefler.
Özellikleri:
- İnsan etkisinin mümkün olduğunca sınırlanmasını savunur.
- Ekosistemlerin doğal haliyle kalmasını ister.
- Genellikle etik ya da estetik nedenlerle kaynakların dokunulmazlığını savunur.
Örnekler:
- Milli parkların insan erişimine sınırlandırılması.
- Tarihi binaların restore edilmeden olduğu gibi korunması.
- Eski ormanların tamamen koruma altına alınması.
3. Protection (Koruma)
Anlam:
Belirli bir alanı, türü veya kaynağı tehditlerden ve zarar verici etkilerden koruma anlamına gelir. Protection, tehlikeye maruz kalan doğal unsurları savunmaya odaklanır.
Özellikleri:
- Hedef genellikle belirli tehditleri (kirlilik, avlanma, iklim değişikliği) önlemektir.
- Proaktif önlemler ve hukuki düzenlemeler içerir.
- Doğal veya insan yapımı tehlikeleri önlemeye çalışır.
Örnekler:
- Nesli tükenmekte olan türlerin korunması için yasalar çıkarılması.
- Deniz koruma bölgelerinin oluşturulması.
- Tehlikeli kimyasalların doğaya salınmasının engellenmesi.
Karşılaştırma Çizelgesi:
Kavram | Yaklaşım | İnsan Etkisi | Amaç | Örnekler |
Conservation | Sürdürülebilirlik | Orta düzeyde | Doğayı kullanarak koruma | Yeniden ağaçlandırma, sürdürülebilir balıkçılık |
Preservation | Tam koruma | En az ya da yok | Doğayı dokunulmadan koruma | Milli parkların insan erişimine kapatılması |
Protection | Tehditlerden koruma | Hedefe yönelik | Türleri ya da varlıkları savunma | Nesli tükenmekte olan hayvanların korunması |
Ek 2: Ülkemizde Ağırlıkla Doğal Özellikleri Nedeniyle Ayrılan “Korunan Alanlar”
Konu uzmanlarına, ilgili kuruluşların açıklamalarına, resmi istatistiklerine bakıyorum da genel olarak benimsenmiş bir sınıflandırma yok sanki. Yapılan sınıflandırmaların çoğu IUCN’nin önerilerine dayanıyor. Örneğin aranırken Tarım ve Orman Bakanlığı’nda bir sınıflandırmaya rastladım. Ülkemizdeki uygulamaların IUCN’nin önerilerine uyarlanan bu sınıflandırmayı özetleyerek aktarıyorum:
- 01 Mutlak Koruma
- 01a Mutlak Koruma Alanı
- 01a.01 Kesin Korunacak Hassas Alan
- 01a.02 Tabiatı Koruma Alanı
- 01a.03 Muhafaza Ormanı
- 01a.04 Gen Koruma Ormanı
- 01a.98 Diğer Mutlak Koruma Alanı
- 01b Yabanıl Doğa Alanı
- 01b.01 Yaban Hayatı Koruma Sahası
- 01b.02 Nitelikli Doğal Koruma Alanı
- 01b.98 Diğer Yabanıl Doğa Alanı
- 01a Mutlak Koruma Alanı
- 02 Milli Park
- 03 Tabiat Anıtı/Varlığı
- 03.01 Tabiat Anıtı
- 03.02 Tabiat Varlığı
- 03.02.01 Mağara
- 03.02.02 Anıt Ağaç
- 03.02.03 Ağaç Topluluğu
- 04 Habitat/Tür Yönetim Alanı
- 04.01 Yaban Hayatı Geliştirme Sahası
- 04.02 Koruma Bölgelerinin Alt Alanı
- 04.98 Diğer Habitat/Tür Yönetim Alanı
- 05 Korunan Peyzaj/Deniz manzarası
- 05.01 Tabiat Parkı
- 05.02 Şehir Ormanı
- 05.98 Diğer Korunan Peyzaj/Deniz Manzarası
- 06 Doğal Kaynakların Sürdürülebilir Kullanıldığı Korunan Alan
- 06.01 Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı
- 06.02 Sulak Alan
- 06.02.01 Ramsar Alanı
- 06.02.02 Ulusal Öneme Haiz Sulak Alan
- 06.02.03 Mahalli Öneme Haiz Sulak Alan
- 06.02.98 Diğer Sulak Alanlar
- 06.03 Özel Çevre Koruma Bölgesi
- 06.04 Tohum Bahçesi
- 06.05 Tohum Mesceresi
- 06.98 Doğal Kaynakların Sürdürülebilir Kullanıldığı Diğer Korunan Alan
Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün web sitesinde “istatistikler” kapsamında yer verilen “korunan alanları” verilerinden de yararlanarak aşağıda sergiledim:
Ülkemizde Çeşitli Yasalar Uyarınca Belirlenen “Korunan Alanlar”
Alanlar | 2000 | 2023 | İlgili Kuruluş | ||
Sayı | Hektar | Sayı | Hektar | ||
2873 Sayılı Milli Parklar Kanunu | DKMP-GM | ||||
Milli Park | 33 | 684265 | 48 | 909158 | |
Tabiat Parkı | 16 | 69227 | 266 | 108036 | |
Tabiat Anıtı | 58 | 343 | 110 | 8356 | |
Tabiatı Koruma Alanı | 33 | 64353 | 31 | 46453 | |
Toplam | 140 | 818188 | 455 | 1072003 | |
4915 Sayılı Kara Avcılığı Kanunu | DKMP-GM | ||||
Yaban Hayatı Geliştirme Sahası | 0 | 0 | 85 | 1165448 | |
2872 Sayılı Çevre Kanunu | |||||
Mahalli Öneme Haiz Sulak Alan | ? | ? | 47 | 107021 | DKMP-GM DKMP-GM DKMP-GM |
Ulusal Öneme Haiz Sulak Alan | ? | ? | 59 | 869697 | |
RAMSAR Alanları | 9 | 159300 | 14 | 184487 | |
Özel Çevre Koruma Bölgeleri | 14 | 1320952 | 19 | 3832960 | TVK-GM |
Toplam | 23 | 1480300 | 139 | 3756419 | |
6831 Sayılı Orman Kanunu | |||||
Muhafaza Ormanları | 46 | 174420 | 55 | 246447 | OGM |
Gen Koruma Ormanları | 176 | 24660 | 353 | 43187 | |
Tohum Meşcereleri | 329 | 44429 | 311 | 40047 | |
Tohum Bahçeleri | 146 | 1056 | 212 | 1479 | |
Orman Parkları (Mesire Yerleri) | 236 | 6928 | 1935 | 32255 | |
Toplam | 933 | 251493 | 2811 | 363415 | |
2863 Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu | |||||
Doğal Sitler: | TVK-GM | ||||
Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı | ? | ? | 989 | 650260,5 | |
Nitelikli Doğal Koruma Alanı | ? | ? | 1151 | 848352,4 | |
Kesin Korunacak Hassas Alan | ? | ? | 583 | 441359,5 | |
Tabiat Varlıkları | ? | ? | ? | ? | |
Toplam | ? | ? | 2723 | 1939972 | |
Genel Toplam | 1082 | 2549933 | 6268 | 9535003 |
Kaynak: Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü, Korunan Alanlar İstatistikleri, 2023, https://www.tarimorman.gov.tr/DKMP-GM/Menu/18/Korunan-Alan-Istatistikleri ile https://www.tarimorman.gov.tr/DKMP-GM/Belgeler/Tabiat%20Koruma%20Durum%20Raporu/TKDR_TR_2023.pdf, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü, https://says.csb.gov.tr/istatistik; erişim 19 Ocak 2025.
Açıklama: 2022 yılında çıkarılan Orman Parkları Yönetmeliği gereğince 2023 yılında 9643,2 hektar genişliğindeki 133 “şehir (kent) ormanı” ile “Orman Parkları” kapsamında yer verilmiştir.
Bu vesileyle belirteyim: İlgili kuruluşların “korunan alanlar” ile ilgili veri tabanı çeşitli yönlerden birbirleriyle uyumlu olmadığı gibi kimi yönlerden çoğu güncel de değildir. Ek olarak, “milli parklardaki” orman yangınları dışındaki “korunan alanlara” zarar veren gelişmelerle ilgili veriler de üretilmiyor.
“Doğal sit” kapsamı 2012 yılında çıkarılan Korunan Alanların Tespit, Tescil ve Onayına İlişkin Usul ve Esaslara Dair Yönetmeliğin 6/2. maddesi uyarınca “sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanı”, “nitelikli doğal koruma alanı” ile “kesin korunacak hassas alan” olarak ayrılmıştır.
Dipnotlar
*Örneğin en son Türkiye Ormancılar Derneği’nin 2024 yılında yayımladığı Türkiye Ormancılığında Korunan Alanlar (https://www.ormancilardernegi.org/Yayinlar).
**Ormancılık araştırma enstitülerinin 2025 yılındaki AİG toplantısında (Araştırma İhtisas Grupları Toplantısı) 38 yeni proje önerisi arasında yalnızca bir araştırma önerisi – “Sosyal Pazarlama Yaklaşımının Milli Parklarda Kullanım Olanaklarının Araştırılması: Yedigöller Milli Parkı Örneği” 😊 görüşülüp “oybirliğiyle” kabul edilmiş. Henüz sonuçlandırılmamış 123 araştırmanın yalnızca üçü – “Orman Rekreasyonunda Ziyaretçi Memnuniyetinin ve Bağlılığının Yapısal Modeli (Koçkayası Tabiat Parkı Örneği”😊, “Kadıralak Tabiat Parkı’nın Flora ve Vejetasyonu (Tonya/Trabzon)” ile “Spil Dağı Milli Parkında Sosyal Taşıma Kapasitesi ve Etkileyen Faktörler”😊– KA’larla ilgili. “Sonuçlanan” 24 ve “ara sonuç alınan” 4 proje arasındaysa KA’larla ilgili bir proje bulunmuyor.
*Sözgelimi, “Tarzan İngilizcemle”😊 IUCN’nin (Uluslararası Doğayı Koruma Birliği) -International Union for the Conservation of Nature – kaynaklarına bakındım, dahası, kızımın yakın arkadaşı😊 “yapay zekaya” bile danıştık. Onun verdiği yanıtları “meraklıları” için Ek 1’de verdim.
*Örneğin 1998 yılında Dünya Bankası desteğiyle hazırlanan “Ormancılık Sektör İncelemesi, Global Çevre Örtüşme Programı Raporu”nda “ekosistem hizmet değerleri” için böylesi hesaplamalar yapılmıştır. (Kaynak: Türkiye Ulusal Ormancılık Programı,2004-2023, Çevre ve Orman Bakanlığı, 2004, Ankara, sayfa 42.)
*İlginçtir; aynı yıl bu yasalardan önce çıkarılan 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’ndaysa, adında da olduğu gibi “…jeolojik devirlerle, tarih öncesi ve tarihi devirlere ait olup ender bulunmaları veya özellikleri ve güzellikleri bakımından korunması gerekli, yer üstünde, yer altında veya su altında bulunan değerlerdir” (Vurgulamayı ben yaptım YÇ) biçiminde tanımlanan “tabiat varlıkları” söylemi egemendir.
**Örneğin 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu, dolayısıyla Milli Parklar Yönetmeliği’nde “kaynak değerleri” söyleminden geçilmiyor; peki ama neden “kaynak” ve neden “değer”?
*Ekosistem hizmetleri” konusunda ayrıntılı bilgi için Ferda Uzunyayla’nın Ekonomik Yaklaşım Dergisi’nde yayımlanan “Ekosistem Hizmetlerinin Parasal Değerini Belirleme Yöntem ve Tartışmalarına İlişkin Bir İnceleme” başlıklı yazısından yararlanabilirsiniz. (Ekonomik Yaklaşım, 2017, 28(105), sayfa 19-61, www.ekonomikyaklasim.org)
**Bu noktada kısaca belirteyim: WBCSD’nin üyeleri arasında General Motors, Nestlé, Apple, Bayer, Reliance Industries, Glencore, Sinopec, Roche, BP, JP Morgan Chase, EY, Philipp Morris ve Lafarge, Holcim vb. önemli kirletici ve yokedici ülkelerarası yaklaşık 200 şirket bulunuyor. SKD-Türkiye’yse, üyeleri arasında kamuoyunda “Beşli Çete” olarak anılan üretilmiş yeni yetme tekellerin de bulunduğu bir “dernek”, WBCSD’nin ülkemizdeki uzantısı bir kuruluştur
*Belirtildiğine göre belge Orman ve Su İşleri Bakanlığı, UNDP Türkiye ve WWF-Türkiye işbirliğinde Küresel Çevre Fonu (GEF) desteğiyle yürütülen “Orman Koruma Alanları Yönetiminin Güçlendirilmesi Projesi” ve WWF’in “Yaşayan bir Dünya için Korunan Alanlar Programı” kapsamında 15-16 Şubat 2010 tarihlerinde düzenlenen “Korunan Alanlar ve İklim Değişikliği Çalıştayı”nın bir sonucu olarak UNDP-Türkiye’den Yıldıray Lise ile WWF-Türkiye’den Başak Avcıoğlu Çokçalışkan tarafından hazırlanmış.
*Bu arada, anımsayacağınız gibi; 2010’lu yıllarda Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı” gündeme getirilmiş, yoğun biçimde tartışılmış ama yasallaştırılmamıştı. Şimdilerde yeniden gündemdeymiş; çok merak ediyorum, neden acaba😊
*“Mekânsal strateji planı”, 2014 yılında çıkarıldıktan sonra dört kez değiştirilen Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği’nin 4. maddesinde şöyle tanımlanmıştır; anımsatayım:
“Ülke kalkınma politikaları ve bölgesel gelişme stratejilerini mekânsal düzeyde ilişkilendiren, bölge planlarının ekonomik ve sosyal potansiyel, hedef ve stratejileri ile ulaşım ilişkileri ve fiziksel eşiklerini de dikkate alarak değerlendiren, yer altı ve yer üstü kaynakların ekonomiye kazandırılmasına, doğal, tarihi ve kültürel değerlerin korunmasına ve geliştirilmesine, yerleşmeler, ulaşım sistemi ile kentsel, sosyal ve teknik altyapının yönlendirilmesine dair mekânsal stratejileri belirleyen, sektörlere ilişkin mekânsal politika ve stratejiler arasında ilişkiyi kuran, 1/250.000, 1/500.000 veya daha üst ölçek haritalar üzerinde şematik ve grafik dil kullanılarak hazırlanan, ülke bütününde ve gerekli görülen bölgelerde yapılabilen, sektörel ve tematik paftalar ve raporu ile bütün olan plan…”
Sürekli olarak söylüyorum: “Mekânsal strateji planları” tüm sektörlerde yaşamsal önemde yönlendirici işlevler görebilir. Ancak, nedense -kim bilir belki de bu nedenle…- çalışmalar bir türlü bitirilemiyor, daha da önemlisi, en ilgili ve duyarlı olması gereken kamuoyunda bile nedense hemen hemen hiç tartışılmıyor.
*RAPPAM Teknikle ilgili ayrıntılı bilgiye DKMP’nin 2006 yılında yayımlanan “RAPPAM uygulanması (Korunan Alan Yönetiminin Hızlı Değerlendirilmesi ve Önceliklendirilmesi) Türkiye’deki Metodoloji Anahtar Bulgular ve Sonuçlar” başlıklı e-kitapta da bulabilirsiniz. (https://www.tarimorman.gov.tr/DKMP/Belgeler/dkmp%20resmi%20istatistik/kutuphane/75.pdf, erişim 2 Şubat 2025)
**Yeri gelmişken belirteyim: Ülkemizde çoğunluğu Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası vb. ülkelerarası ve ülkesel kuruluşların parasal ve teknik desteğiyle hazırlanan ben diyeyim onlarca siz deyin yüzlerce “strateji”, “eylem planı”, “ulusal program” vb. belge hazırlanıyor. Her fırsatta belirtiyorum: Gönüllü emeğin de katkısıyla hazırlanan bu belgeler çoğunlukla hazırlandığıyla kalıyor; hemen hemen hiçbir yönlendiriciliği olmuyor. Yönlendirici olmasını sağlayabilecek bir hukuksal dayanağı bulunmuyor çünkü. “- Peki, ülkemizde 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu uyarınca hazırlanan “stratejik planlar” ile “performans programları” bir yana “kalkınma planları” ne denli yönlendirici oluyor ki?” derseniz; yanıtım “çoğunluğunun hiçbir yönlendirici olmuyor.”
** Bu gereklerin ülkemizde de yerine getirilmesine katkıda bulunanlara teşekkür ediyor, yitirdiklerimizi sevgi ve saygıyla anıyorum.
Yararlandığım Kaynaklar
i Anonim1, 2018 United Nations List of Protected Areas, Supplement on protected area management effectiveness. UNEP-WCMC, 2018, Cambridge, UK, sayfa 41.
ii DKMP-GM; Korunan Alanlar İstatistikleri, 2023, erişim 19 Ocak 2025.
iii Karl Marks, “Feuerbach Üzerine Tezler”, Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, (Çeviren Sevim Belli), Sol Yayınları, Birinci Baskı, 1976, Ankara, sayfa 72.
iv DKMP-GM; http://www.milliparklar.gov.tr/korunanalanlar/korunanalan.htm, erişim 5 Şubat 2025.
v DKMP-GM; “Temel Kavramlar”, erişim 5 Şubat 2025.
vi DKMP-GM’nin 28 Şubat 2012 tarihli ve “Korunan Alanlarda Koruma Bölgelerinin Belirlenmesi” konulu yazısı.
vii Oruç Aruoba; “‘Oturup da şunu yazayım’ diyebileceğin bir şey değil şiir, kendisi sana ‘otur yaz’ diyor, yazılma zamanı gelince”, Varlık Dergisi, 1 Ağustos 2005, Sayı 1175, İstanbul.
viii John Fowles; Ağaç ve Doğanın Doğası, (Çeviren Kemal Doğan), AFA Yayınları, 1996, İstanbul, Sayfa 77.
ix Örneğin “Korunan Alanlar ve İklim Değişikliği Türkiye Ulusal Stratejisi, Ekim 2011, Ankara” ile “Korunan Alanların Yönetim Etkinliğinin Değerlendirilmesi RAPPAM Uygulaması 2022 Yılı Sonuçları 2005 ve 2009 Yılları Karşılaştırması, PEGEM Akademi, 2023 Ankara”.
x Fuat Ercan-Ferimah Yusufi-Yılmaz-Derya Gültekin-Karakaş;, “Yeni Türkiye’nin Değişen Devlet Ve Sermaye İlişkilerini Teşvik Politikaları Üzerinden Okumak”, sayfa 153., erişim 23 Ağustos 2024.
xi Anonim2, Korunan Alanlar ve İklim Değişikliği Türkiye Ulusal Stratejisi, (Yayına hazırlayan Yıldıray Lise ile WWF-Türkiye’den Başak Avcıoğlu Çokçalışkan) Ekim 2011, sayfa 4.
xii Murat Kurum; “Türkiye’nin yüzde 17’si korunan alan olacak”, 85 Haziran 2019, erişim 5 Şubat 2025.
xiii DKMP, “Korunan Alanları 2024 Yılında 67 Milyon 849 Bin Kişi Ziyaret Etti”, https://www.tarimorman.gov.tr/DKMP/Haber/384/Korunan-Alanlara-2024-Yilinda-Ziyaretci-Sayisinda-Rekor-Artis, 30Ocak 2025, erişim 3 Şubat 2025.
xiv DKMP-GM; “Genel Müdürlüğümüz Bağlı Kuruluş Olarak Yoluna Devam Edecek”, 30.12.2024, erişim 6 Şubat 2025.
xv Anonim2, sayfa 22.
xvi Başak Avcıoğlu Çokçalışkan-Yıldıray Lise-Erica Stancıu; “Türkiye’de Korunan Alanlar Yönetimi Etkinliği” Kırsal Çevre Yıllığı 2010, Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunlarını Araştırma Derneği, 2010, Ankara, sayfa 126-128.
xvii Nihan Yenilmez Arpa -Ufuk Coşgun- Cihan Erdönmez-Cumhur GÜNGÖROĞLU-Sadık Serhat ARDA; “Korunan Alanların Yönetim Etkinliğinin Değerlendirilmesi RAPPAM Uygulaması 2022 Yılı Sonuçları, 2005 ve 2009 Yılları ile Karşılaştırması, PEGEM Akademi, 2023, Ankara.