İşçi ve emekçilerin çevreleriyle ilişkisi büyük oranda edilgenliğe hapsedilmiştir. İşçinin emeği, çevresini şekillendirir ama tıpkı emeği üzerinde kontrolü olmadığı gibi çevresel sonuçları üzerinde de kontrolü yoktur. Emek gücünün toplumsal yeniden üretimi emeğin çevresel sonuçlarından etkilenir. İşçi iş yerinde nefes alamaz görünür. Makinenin uzantısı gibidir ama orada soluk alır, mola verir, yemek yer, cep telefonu ile sosyalleşir vb. Özellikle korona virüs salgını sonrası iş yerinin eve taşınması, mesainin sınırlarının silinerek tüm güne yayılması, kamusal alanların daha da daralması, emek gücünün yeniden üretim sürecindeki sorunları daha da genelleştirdi, derinleştirdi. Hazır işlenmiş gıda, kullan-at giysi ve eşyalar, paylaşımlı ev ve yurt odaları, ev içindeki kapalı devre ekonomiyi daraltırken yeniden üretim emeğini, toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelinde toplumsallaştırmıştır. Bu durum büyük kentlerde daha yaygın, çeper kentlerde görünür hale gelen bir eğilim halindedir. Sonuç olarak emek üretkenliğini arttırma teknikleri artık bu alanları da kapsamaktadır. Ev içi emeğin kapitalist toplumsallaşması tüketimi toplulaştırarak kaynakların kullanımını daha verimli hale getirmemiş, aksine atomize olmuş toplumun bireylerini yalıtık tutmanın biçimi olmuştur. Plastik atık kirliliği, elektrikli alet ve elektronik cihaz yığılması bunun en bariz görünümleri olmuştur.
Emeğin toplumsal yeniden üretiminin konusu olarak işçi sağlığı, üretim ve yeniden üretim alanlarında emeğin çevresel sonuçlarına çok daha doğrudan bağlı hale gelmiştir. Sermayenin genişleyen yeniden üretimi için doğanın üretime daha fazla koşulması, emeğin üretim ve yeniden üretim alanlarının bu iç içe geçişini yaratmaktadır. Sermaye ile doğa arasındaki “ikinci çelişki”[1], madde döngülerinin bozulması (metabolik yarık) ve ekosistemlerin kendini yenilemeyecek kadar tahrip edilmesinin yanı sıra işçi ve halk sağlığı sorununun süreğen bir felaket salgın haline gelmesinde de kendini göstermiştir.[2]
Emeğin Çevresel Koşulları
“…Ücretli işçinin geçimi için yani yaşaması için çalışmasına ancak kapitalist ve böylece onunla birlikte artı değeri tüketen diğerleri için belirli bir süre karşılığı ödenmeden çalışırsa izin verilir.” (Marx, Gotha Programının Eleştirisi, Kenar Notları, s35)
İşçi yaşamak için çalışmak zorunda, çalışmak için sağlığını kaybetmeye razı olmak zorundadır. Emperyalizmin mali, siyasi, askeri tahakkümü altında olan ülkelerde doğal varlıkların üretime koşulması, atık alanı haline getirilmesi, ekosistemlerin kendini sürdüremeyecek kadar işleyişinin bozulması çok daha yaygın ve yüksek düzeydedir. Doğa tahribatına eşlik eden ucuz emek, asgari yaşam koşullarının bu çevre koşullarında dayatılması, enerji ve ham madde kullanımı yoğun, düşük teknoloji metaların üretiminde güvencesiz, sağlıksız ve ağır çalışma koşulları, sosyal güvenlik dahil üreten emeğin üretimden aldığı payın giderek düşmesiyle temel ihtiyaçlarını bile yeterli düzeyde karşılayamaması emperyalist tahakkümün sonuçlarıdır. Doğanın tahribatı, işçinin kendini yeniden ürettiği alanın tahribatı anlamında düşünüldüğünde bu ülkelerdeki artık nüfusun kritik rolü de görülür. İş yerinde maruz kaldığı kimyasal, radyoaktif ve benzeri sağlığa zararlı maddeler, stres, yalnızlık, depresyon ve benzeri mental yıpranma, ağır yük taşıma, tekrarlanan fiziksel etkinlik, hareketsizlik, havasızlık, gürültü ve benzeri fiziksel zorlamayla geçen katlanılmaz uzunluktaki mesai saatleriyle sağlığını hızlı, aniden ya da yavaşça kaybeden işçi bu iş yeri kaynaklı bedensel tahribatın yanı sıra kendi üretim faaliyetinin sonucu olarak bozulan çevrede yaşar. Kirli havayı solur, kirli suyu plastikten ya da paslı borulardan içer, zehirli gıdayı yer. Kendini rahatlatacağı park ve bahçe, yaşamının organik parçası olmaktan çıkmış, boş gününün kısa zamanında çoğu zaman aksak toplu taşımayla erişebildiği zoraki bir yapılı yeşil alana dönüşmüştür. Sanayileşme politikaları gereği olarak tarımsal alanda geçiminin koşulları elinden alındığı için topraktan koparılmış olmasının yanı sıra çalıştığı fabrikanın ham maddesi için ormanların kesilmesi, tarım arazilerinin yapılaşmaya açılması, göllerin kurutulması vb. sonucunda kırla kalan bağları da koparılmıştır. Aynı döngü kır-kent arası emek havzalarına taşınmış nüfus için de geçerli olup, işçinin yaşamı bir bütün olarak kuşatılmıştır.
İklim değişikliği bu kuşatmaya yeni katmanlar ekler. Aşırı sıcaklarda çalışma, felaketlerin vurduğu bölgelerde yaşama, barınma, gıda ve enerjiye erişimde yeni yetmezlikler emek rejiminin parçasıdır artık. Coğrafyalara eşitsiz dağılan iklim değişikliğinin sonuçları giderek mevcut kentsel altyapıyı yetersiz hale getirir. İşçi bu kez üretim alanları etrafında yer değiştirmek zorunda kalır. Sermayenin uluslararasılaşması, üretimin kârlılığı garanti edecek alanlara yeniden kaydırılması anlamına gelir. İşçi, küresel yedek işgücü ordusunun basıncı altında paryalaşır. Yeni mülksüzleştirme dalgaları ve çevresel felaketler, kır, kent ve yarıkentli nüfusu sermayenin yeni yatırım alanlarına doğru göçe zorlar. Yersizyurtsuzlaşma ile aile ve topluluklar çözülürken emeğin toplumsal yeniden üretiminin çevresel koşulları daha da daralır. Aile, akraba dayanışma bağları, katlanarak çoğalan felaketler ve emeğin yeniden üretimden aldığı payın düşmesiyle gitgide zayıflamıştır.
Bu, bütünüyle bizim hikayemizdir. Anlatılmıştır, tekrar tekrar anlatmak gerekmektedir. Emeğin ekolojisi bu bağlamda işçi sınıfının kendi için sınıf olması olabilmesi, ideolojik bir hegemonya mücadelesi yürütebilmesi için gereken bir politik ekoloji yaklaşımıdır. İşçi ve emekçilerin yaşadığı çevresel sorunları, sermaye düzeninin bütün boyutlarının işleyişinde coğrafya ve zamana yayılan bağlamı içinde ele almak ancak ekoloji bilimini sınıfsal yanlarıyla politikanın konusu yaparak devrimci sonuçlar doğurur. İşçi sınıfının politik ekolojiye hakimiyeti geliştiği oranda bugünün devrimci öncüsü olma iddiası güncellenir.
Adil Olmayan Kapitalizmde “Adil Geçiş/Dönüşüm”?
“Adil bölüşüm” nedir? Burjuvazi, bugünkü bölüşüm sisteminin “adil” olduğunu iddia etmiyor mu? Ve gerçekte bugünkü üretim tarzı temeli üzerinde bu biricik “adil” bölüşüm değil midir? Ekonomik ilişkiler, hukuksal kavramlar tarafından mı düzenlenir, yoksa tersine hukuksal ilişkiler ekonomik ilişkilerden mi doğar? (Marks, Gotha programının eleştirisi. Kenar Notları I. s.26)
“Adil geçiş/dönüşüm”, “iklim krizi” üzerinden kapitalist üretimin teknik altyapısının değişimi (enerji altyapısının dönüşümü, dijitalleşme, vb.) ile mali, teknolojik, siyasi sömürü ve tahakküm ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi için geliştirilen “Yeşil Yeni Düzen” programlarından işçi sınıfının payına düşeni ifade ediyor. “Yeşil Yeni Düzen”, ne emek sömürüsünü azaltan ne mülkiyet ilişkilerini değiştiren ne de iklim değişikliği konusunda yeterli sonuçlar doğuran bir sermayeler arası rekabet, paylaşım ve yatırım alanı üzerinden içeriklenmektedir. Halklar açısından doğuracağı kısmi iyileştirmelerin ise ömrü aynı nesnel durumca kısıtlanmıştır.
Geçişin veya dönüşümün emperyalist zorun boyun eğdirmesinin konusu olması, doğa üzerindeki etkisinin sonuçlarını (örneğin madencilik ve yeni üretim alanları) yaşayacak ülkelerin durumu bakımından belirleyicidir. Bunun uluslararası bir ayağı olarak görülebilecek Paris İklim Anlaşması’nda yer alan iklim finansmanının büyük bir fiyaskoyla son derece yetersiz bırakılması, bu geçişin finansmanının yine işçi sınıfının payından karşılanacağını göstermektedir. Mali sömürge ya da bağımlı ülkelerdeki sermaye iktidarlarının da diline yerleşen “iklim adaleti” kavramının bir pazarlık aracı olarak kullanıldığı görülmektedir[3]. “İklim adaleti” ve “adil geçiş” kavramlarının ideolojik işlevi, emperyalist devletlerin bir tür yeşil erdem satmasında, gezegenin başındaki iklim değişikliği belasına karşı bir kurtarıcı rolü üstlenmesinde gizlidir.
Peki, en radikal biçimiyle “adil dönüşüm” politikaları, bilinen ifadesiyle “reformist olmayan reformlar” taktiksel bir rol oynayabilir mi? En genel haliyle kapitalizmin varoluşsal krizi düzen içi tüm ara yolların ömrünü kısaltmış, alınabilecek yolu sınırlamıştır. En basit düzenlemeler, kapitalizmin keskinleşen çelişkileri karşısında çok büyük mücadeleleri gerektirir. Daha kritik olanı ise “adil dönüşüm”ün bağlandığı “Yeşil Yeni Düzen” programları, işçi sınıfını yeşil sermayeye yedeklerken, onun enternasyonal ufkunu sakatlar, ekolojik sorunun aciliyeti karşısında sistem değişikliğini erteler ya da daha kötüsü ekolojik yıkımı yalnızca fosil sermayeyle ilişkilendirerek kapitalizmin ömrünü uzatır. Aykut Çoban’ın belirttiği üzere bu yaklaşımın işçiler için patron değiştirmekten öte sonuçları yok denecek kadar azdır.[4] Emperyalist ülkelerde, bedeli başka ülkelerin işçi sınıflarına ödeterek kimi kazanımlar sağlayabilir. Emeğin ekolojisi bu açıdan hem mülkiyet ilişkilerini altüst etmeyi hem de ekolojik restorasyonu talep eden bir içerikle “adil dönüşüm” ve “iklim adaleti” çerçevelerinden ayrışır.
Emeğin ekolojisi
Emeğin ekolojisi, sendikal hareketin güçsüz ve etkisiz olduğu, ekonomik taleplerinin işçi yaşamında anlamlı bir iyileşme sağlamadığı koşullarda işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele zeminini genişletir. Emek-sermaye çelişkisinin doğrudan bir parçası olan doğa-sermaye çelişkisini mücadele konusu yapar. Bu yaklaşım, J. O’connor’un üretim ilişkileriyle üretim koşulları arasında kapitalizmin ikinci çelişkisi olarak kavramlaştırdığı çelişkiyi sınıf mücadelesinin parçası olarak ele alır ve bunun ötesine geçerek kapitalist üretim tarzını yaşamın bütünündeki yansımalarıyla ele alır. İşçi sınıfına üretim alanı dışından bilinç taşıma, onu siyasal mücadeleye katma, onun farklı toplumsal hareketlerin ve antifaşist mücadelenin başını çekmesi gibi tartışma başlıklarında ekolojik çöküşün nesnel zeminini gözeterek yanıtlar sunar. Dahası, emek ve çevre hareketlerinin nesnel yakınlaşma haline bilinçli bir müdahaleyle devrimci kitle hareketlerinin oluşması için olanaklar sağlar.
Çevresel soruna emekçi bakışı geliştiren toplumsal hareketler, 20. yüzyılın ikinci yarısında da mevcuttu. Sendikal hareketin güçlü olduğu, sosyalizm ve devrim tehdidinin kapitalist devletlerin pervasızlığını sınırladığı koşullarda doğan politik ekoloji akımları kendini işçi sınıfının içinde var ediyordu. Sendikal hareketin güç kaybetmesi, sosyalist deneylerin çözülüşüyle sosyalizmin fikrinin geri düşmesi, yeşillerin düzeniçileşmesi, iklim meselesinin küçük burjuva çevre hareketinin ve yeşil kapitalizmin başlıca gündemi haline gelmesi, emek ve çevre hareketlerini, talepleri ve kitleleri bakımından ayrıştırdı. 90’lardaki toplumsal hareketler içinde öne çıkan çevre ve iklim hareketi işçi sınıfının günübirlik mücadelesi ve taleplerinden uzaklaştığı gibi anti-emperyalizm açısından da zayıf kaldı. Bu, özellikle emperyalist merkezlerdeki iklim hareketinin kırılgan bölgelerle pratik işbirliğinin yetersizliğinde, iklim borcu, borç iptali gibi kendi müzakereci çerçevesinde önemli bir yer tutabilecek taleplerden ziyade salım azaltma talebinin öne çıkmasında kendini göstermiştir. 90’larda iklim değişikliği özelinde kritik sıcaklık eşiklerine bugün kadar yakın olunmamasından kaynaklı bu durum anlaşılabilir olsa da iklim adaleti hareketinin geniş bölüklerinin kapitalizmi bütünüyle kavramamış olması, başını çekenlerin sivil toplumcu, hareketçi anlayışlarla sınırlı ufukları, “karbon indirgemeciliği” ile malul mücadele anlayışları, hareketin düzeniçi karakterini pekiştirmiştir. Ancak kapitalizmin varoluşsal krizi temelinde 2010’ların sonuna doğru geniş kitlelerde büyüyen, kapitalizmden kurtulma isteğinin belirginleştiği isyanlarla birlikte iklim, adaleti hareketinin ana damarlarında yeniden radikalleşme eğilimleri ortaya çıkmış ve özellikle 7 Ekim’den sonra sömürgecilik karşıtı enternasyonalist yönü güçlenmiştir.
Emek ve çevre iklim hareketleri arasında sosyalizm deneyimleri sonrası oluşan geçici ayrışma, taleplerin birbiri aleyhine görünümü, özellikle kapitalizmin 2008 krizi sonrası uzun bunalımı, yeni faşist hareketlerin gölgesinde devletlerin felaket ve savaşlara dayalı olağanüstü hal rejimiyle krizi yönetmeyi olağanlaştırması ve bunlara bağlı olarak yukarıda bahsedilen emekçilere ve doğaya yönelik yenilenen saldırı dalgalarıyla nesnel olarak aşılmış ya da aşılma yolundadır.
İtalya’da kapanma kararı alan otomobil fabrikasını işgal ederek kolektif kullanma hakkını ve iş yeri düzeyinde de olsa planlama hakkını kazanan GKN işçilerinin yenilenebilir enerji altyapı için girdi ve elektrikli araç parçası üretimine geçişi, işçi sınıfının örgütlü kesimlerindeki ekolojik bilincin pratik örneklerinden biri olmuştu. Fabrika ülkedeki farklı toplumsal hareketlerle, komünizm iddialı partilerle ve iklim hareketi ile yakın çalışmış, ortak kampanyalar ve direnişler örgütlemiştir.
Almanya’da “Fridays for Future”ın Yeşiller Partisi’ne yedeklenmemiş, belirli bir mücadele anlayışını koruyan kesimlerinden Marks-21 örgütünün etkin olduğu bazı kent yapılanmaları, Ver.di sendikasının örgütlü olduğu iş yerlerinde, toplu taşıma şoförleri ve bakım işçileriyle işçi anketleri düzenlemiş ve “Wir fahren zusammen” (“birlikte gidiyoruz”) adıyla sendikayla ortak bir kampanya örgütlemiştir. Kampanya kapsamında toplu taşımada emisyonların sıfırlanması için araçların yenilenmesinin yanı sıra ücretsiz toplu taşıma talebi yer almış, Ver.di sendikasının toplu sözleşme döneminde ortak eylemler, grevler örgütlenmiş, toplu sözleşmeye çalışma koşullarını ilgilendiren ekolojik taleplerin eklenmesi için çalışma yapılmıştır.
Benzer şekilde yine Almanya’da MLPD’nin (Almanya Marksist Leninist Partisi) başını çektiği Çevre Sendikası farklı sektörlerdeki işçileri, iş yerlerinin çevresel koruma önlemlerini gözetmesi, kirli sektörlerde dönüşüm talebi, genişleme projelerine karşı orman ve tarım alanlarının korunması gibi başlıklarda mücadeleye sevk edecek bir örgütleme çabası içindedir. Her bir örnekte hem, işçi ve halk sağlığı kazanımları hem de ekonomik kazanımlar doğrudan ya da dolaylı olarak sağlanmış, sermaye güçlerinin doğa düşmanı karakteri teşhir edilmiş, işçi örgütleriyle farklı toplumsal hareketlerin pratik işbirliği ve yeniden şekillenmesi sağlanmıştır.
En nihayetinde bu gibi adil dönüşüm ve benzeri yerel örnekler, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde belirttiği üzere, işçi sınıfının bağımsız varoluşunu güçlendirdiği oranda kıymetli taktiksel araçlardır. Komünizm iddialı partilerin sosyalizm programları elbette bu dar ufukla sınırlı kalamaz ancak bu gibi deneyimlerin kurucu niteliği ve gördüğü demokrasi okulu işlevi devrimci açıdan değerlendirilmelidir. Türkiye coğrafyasını saran madencilik, ormansızlaştırma, petrol çıkarma, nehir havzaları boyunca kirlilik, gıda, barınma, enerji gibi temel ihtiyaçlarda şirketlerin elinde yoksulluğu yaygınlaştırması gibi çevresel başlıklarda benzer örnekler örgütlemek için var olan emek ve çevre örgütlenmeleri önce biçimsel yan yana gelişle başlayan sonra karşılıklı iç içe geçiş harmanlama, cepheleşme ile gelişecek şekilde çalışmaya başlamalı. Ve bu dönemin siyasal gereklerine uygun örgütlenme ve mücadele tarzında ısrar etmelidir. İşçi sınıfının kapitalizmin sonunu getirecek bir örgütlü güce öncülük etmesi, bu gücün bugünden inşasında emeğin ekolojisi yaklaşımı, daha büyük bir ciddiyetle ele alınmayı beklemektedir.
Notlar:
[1] “Kapitalizmin ikinci çelişkisi” kavramı, ABD’li sosyolog James O’Connor tarafından sermaye ve emek arasındaki çelişkiye koşut olarak sermayenin çevre ile de yapısal bir çelişki içinde bulunduğunu, onu tahrip ederek kendi yeniden üretim ve kârlılık koşullarını da aşındırdığını ifade etmek için kullanılmıştır.
[2] https://www.evrensel.net/haber/562072/maden-yasasi-yesil-donusum-ve-kapitalizmin-ikinci-celiskisi
[3] COP 29’u bu açıdan değerlendirmeye çalışan Sisi iktidarı bunun güncel bir örneğidir.
[4] Aykut Çoban, Adil Geçişin Yanlış Önermesi – İklim Politikasının Engeli Sayılan Emekçiler – polenekoloji.org
