Polen Ekoloji İklim Çalışma Grubu olarak, güncel gelişmelerle çakıştığı üzere Türkiye’de hüküm süren faşist saray rejiminin hiçbir yasallık tanımadığı koşullarda gündeme gelen “İklim Kanunu”nun içeriği, ne anlama geldiğine ve küresel iklim değişikliğini gündemine alan örgütlerin nasıl bir mücadele geliştirmesi gerektiğine dair sorularını yanıtladık.
Söyleşi: Nur Yıldız | Kaynak: 24 Saat Gazetesi
- Çevre örgütleri, İklim Kanunu’nun daha çok sermayeyi öncelediğini ve eksiklikler içerdiğini belirtiyor. Bu eleştirilerle ilgili platform olarak sizin görüşleriniz nedir? Kanunda yapılması gereken değişiklikler nelerdir?
Bu konuda Kolektifimizin sitesinde görüşlerimiz yansıtan 2 yazı paylaştık (1, 2). Bu kanun da daha önceki benzerleri gibi doğrudan sermaye temsilcilerinin eliyle hazırlanmış. Bunu bir iddia olarak söylemiyoruz, devletin düzenlediği İklim Şurası’nda ve şirketler tarafından kurulan STK’lerin raporlarında yasada yer alan ifadeler, tanımlar, yaklaşımlar neredeyse birebir yer alıyor. Kanunun kamuoyuna yansıtılan adı tabi ki büyük bir yanıltmaca. Bugüne kadar küresel iklim değişikliğine, BM-COP görüşmeleri çerçevesinde iklim fonlarından yararlanma üzerinden yaklaşan düzen siyaseti, bugün de Türk sermayesinin en büyük ticaret ortağı AB’nin yeni emperyalist ekonomi programına uyum için ticari düzenlemeler getiriyor. Hem bu yasa hem de devletin daha önce açıkladığı İklim Değişikliği Azaltım ve Uyum Strateji Planları’nda ifade edilenler bu nedenle iklim değişikliğinin sonuçları karşısında yetersizdir, ama dahası 12. Kalkınma Planı ve Orta Vadeli Plan’da ifade edilen ekonomi programıyla da çelişkilidir; böyle olduğu için de denetimsizlikle ve başarısızlıkla maluldür. Bu nedenle biz bu kanunun şu ya da bu değişiklik yapılarak düzeltilebileceğini düşünmüyoruz ve daha esastan düzen siyasetinin iklim değişikliğini ele alışına karşı çıkıyoruz.
İklim değişikliği, geniş ekonomik ve toplumsal sonuçlarıyla tüm dünyada işçi sınıfı ve ezilenleri, sermaye güçleri karşısında daha da güçsüz kılacak yıkımlara uğratıyor. Bu da sınıfın kimi zaman yeni faşist hareketlere kimi zaman da sözde “yeşil” sermaye programlarına yedeklenmesine neden oluyor. Bu yasa da aslında AB’nin Yeşil yeni Düzen siyasetinin bir uzantısıdır ve Türkiye’deki sömürgeci faşist iktidarın temsil ettiği sermaye kesimlerine servet aktarımının bir başka biçimini getirmektedir. 90’ların sonunda beri uygulamada olan karbon ticaret sistemleri ya da karbon vergilendirmeleri, üretimde çeşitli sektörlerin kaydırılacağı yeni coğrafyalar belirlemenin ve mali sermayenin genişlemesinin araçları oldu ve iklim değişikliğini durdurmak için gereken emisyon azaltımını sağlamak bir yana emisyonların artışına yol verdi. Kâr için üretim yapılan bir sistemde karbonu bir metaya dönüştürürseniz ve devletlerin yoktan karbon üretme yetkisine sahip oluşunu sınırlamazsanız, ekonomik büyüme bahanesiyle yüksek karbon ürettiğini iddia eden ama öyle bir yatırımı olmayan ve elde ettiği kirletme hakkını karbon piyasasında satan boş fabrikalar gibi absürtlüklerle karşılaşırsınız. Çünkü varoluşu rekabet ve kısa vadeye odaklı sermaye güçleri, kârın sürekliliği dışında başka bir şeyle ilgilenmez. Bu bakımdan biz, bu yasa vesilesiyle Türkiye’deki çevre hareketini daha iyi bir yasa talebine değil, iklim değişikliğinin etkileri karşısında sömürgeci faşist iktidara karşı mücadeleye çağırıyoruz.
Türkiye’de meclis fiilen işlevsiz durumda ve devlet Saray’dan yönetiliyor. Fiilen anayasa işlemiyor ve hukuk ancak toplumsal güçlerin direnci anlamına geliyor. Daha iyi bir dünya, ekolojik bir yaşam için taleplerimiz, tahayyüllerimiz mevcut ama bunları ancak bugüne vurarak, bugünü yıkarak, eşzamanlı bir şekilde ortaya koyabiliriz. Bu yasanın eksiklerine, yanlışlarına ancak sokakta daha büyük bir mücadele örgütleyerek karşı çıkabiliriz, iklim değişikliğiyle de yine her bir doğa tahribatı projesine karşı barikat örerek, yaptırmayarak ve bu barikatları yeni kurucu bir iktidar perspektifi etrafında süreklileştirerek mücadele edebiliriz. Kolektif olarak yasada eksikliği vurgulanan “adil geçiş mekanizması”nın tanımlanması gibi talepleri de bu yönüyle ele alıyoruz. Bizim için sömürgeci faşist bir rejimin hüküm sürdüğü, emek cehennemine çevrilmiş bir ülkede “iklim adaleti” denen şey, politik özgürlüklerin kazanılmasından geçiyor. Mevcut rejimde hiçbir yasal mekanizma iklim konusunda adil bir geçiş sağlayamaz. Meclis zemininde dile getirilen talepler toplumsal hareketleri güçlendirdiği ölçüde işlevlidir, pasifize ettiği ölçüde ise yanıltıcıdır. Burada meclis zemininde bir araya gelen hareketin bileşenlerinin de süreci halkın örgütlenmesiyle paralel yürütmesi bunun önüne geçecektir.
- Çimento fabrikalarının İklim Kanunu görüşmelerinde yer alması, özellikle çevre örgütleri tarafından eleştiriliyor. Bu konuda görüşleriniz nedir?
Bunun iki boyutu var. İlk soruda belirttiğimiz üzere bu yasa AB’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’nın gereklilikleri karşısında Türk sermayesini zarara uğratmama yasasıdır. SKDM’nin ilk aşamasında kapsama alınan sektörlerin demir-çelik, alüminyum, çimento, gübre, elektrik ve hidrojen olduğu biliniyor. Bunlar içinde sermaye birikimi diğerlerine göre en yetersiz olan sektör Türkiye için çimento, inşaat sektörü. Bu da ikinci boyutu oluşturuyor. Son 20 yılda AKP iktidarının doğrudan temsil ettiği sermaye blokunun başlıca faaliyet alanı inşaat, maden ve enerji olduğundan bu kesimlere yasada öncelik verilmesi eşyanın tabiatına uygun.
- İklim kanunu teklifi, bakanlığın açıklamalarına göre en az 97 toplantı yapılarak hazırlandı. Ancak konunun tarafı STK’ler görüşmelere çağrılmadıklarını belirtti. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bakanlığın açıklamasındaki toplantıların şirketlerin uzantısı olan STK’lerle yapıldığı biliniyor. Bu toplantılara bunlar dışında halen Türkiye’de asgari bir burjuva demokrasisi olduğu “inancıyla”, daha doğrusu “yeşil” sermayenin taleplerini uzlaştırma amacıyla, kimi “yeşil” kuruluşlar da katılıyor. Türkiye’de halkın siyaset katılım kanallarının sadece seçimlere indirgendiği, orada dahi kayyum ve baskılarla siyasete katılımın engellendiğini görüyoruz. Bahsedilen 97 toplantının bu bakımdan halkın görüşlerini yansıtmadığı açıktır. Ama bakanlığın bunu ifade etmesi onun yine de bir meşruiyet arayışında olduğunu gösteriyor. Maden, enerji projelerinin ÇED süreçlerindeki bilgilendirme toplantılarına polis, jandarma gücüyle halkın katılımının nasıl engellendiğini biliyoruz. Son yıllardaki ağır devlet şiddeti, ekonomik kriz, sosyal şovenizm ve milliyetçilik zehri halkın örgütlü güçlerini büyük ölçüde dağıttı ve bu tür yasal saldırıları püskürtecek bir kitle seferberliği azaldı.
- İklim değişikliği ve çevre koruma konusunda toplumun bilinçlendirilmesi gerektiği sıkça dile getiriliyor. Siz bu konuda nasıl bir rol üstleniyorsunuz?
Burada bilinçlendirmeyi, salt olarak iklim değişikliğinin ne olduğu olarak ele almıyoruz öncelikle. İklim felaketleri artık inkar edilemeyecek ölçüde yaşandığından geniş kitleler kendi deneyimleriyle durumu bilince çıkarıyorlar. Biz, iklim değişikliğinin kapitalizmin sonucu olduğunu ve artık aynı zamanda onun kriz yönetim araçlarından biri haline geldiğini; bu nedenle iklim değişikliğine karşı mücadele denen şeyin sınıfın kendini sermayenin saldırıların karşı savunması olduğunu vurguluyoruz. Vurgulamakla kalmıyor, bunun mücadelesini örgütlemeye çalışıyoruz. Bu sistemde sömürülenlerin çevre sorunundan da en çok zarar görenler olması ve bu üretim tarzının çevresel yıkım yaratmaktan kaçamayacak olması artık daha geniş kitleleri kapitalizm karşı mücadeleye yöneltiyor. İklim değişikliği birçok coğrafyada geri dönülmez sonuçlara neden oldu ve tüm bir siyaset yapma zeminini değiştiriyor. Bu da bizim gibi antikapitalist ve devrimci geleneklerle bağını sürdüren ekoloji kolektiflere işçi sınıfının yeni örgütlenme tarz ve biçimlerini öngörme, keşfetme görevi yüklüyor. Farklı toplumsal hareketlerin daha devrimci bir strateji etrafında birleşmesi için iklim de sınıf gibi bir yatay kesen olarak toplumu saflaştırıyor. Bu saflaşmada ortaya çıkan yeni mücadele dinamiklerini örgütlemek bizim en önemli rolümüz.
- Sivil toplum kuruluşlarının ve çevre platformlarının bu konuda nasıl bir strateji izlemesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
Halkın İklim Kanunu çalışmasını yürüten çevre örgütlerini selamlıyoruz. Orada geçen talepler halkın en temel insani ihtiyaçlara olan özlemini de yansıtıyor. Ancak burada stratejik bir düşünüş eksikliğini de görüyoruz. Taleplerimizi formüle etmek ne kadar birlikte yol yürüyeceğimize dair bir fikir veriyor. Ama bu taleplerin siyasi bir mücadeleye dönüşmesi için nasıl araçlara ihtiyacımız var? Esnek ve geçici bir alternatif kanun platformu bunun için yeterli mi? Yoksa bu tür bir stratejik yönelimi, birleşik mücadele kanalını ifade eden, geçtiğimiz haftalarda yine saldırıya uğrayan HDK gibi taban örgütlerine dayanan daha kalıcı platformlara mı ihtiyacımız var? Farklı mücadele kesimlerini bir araya getiren ve ortak bir eylem hattına sokan, işleyişi ve mekanizmaları belli bir yapı bizim için daha stratejik bir yönelimi ifade ediyor. Dolayısıyla İklim Kanunu çerçevesindeki mücadele bizim açımızdan daha taktiksel bir konu ve burada farklı mücadele araç ve biçimlerinin eşzamanlı, uyumlu kullanımı üzerine düşünmeliyiz gücümü yettiğince.
- Kanunda yer alan bazı düzenlemelerin çevreye zarar veren sanayi tesislerini daha da büyütme potansiyeli taşıdığına dair eleştiriler var. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu elbette böyle. Kanun esasen kapitalist kalkınma, büyüme amacıyla mali sermayenin karbon piyasası aracılığıyla oluşturduğu yeni pazarı doyuracak bir ticari hukuk tanımlıyor. Türkiye’deki mevcut çevre koruma yasaları, yönetmelikleri nasıl uygulanmıyor ve şirketler yasal kılıflarla, mahkeme kararlarıyla orman kesmeye, havayı ve suları kirletmeye, halkın arazisine çökmeye devam ediyorsa bu yasada bahsi geçen sözde koruma önlemleri de uygulanmayacak. Zaten doğa koruma ve iklime değişikliğine uyumla ilgili maddeler yasada soyut kavramlara dayanırken ticaretle ilgili olanlar oldukça somut, maddi karşılığı olan şekilde ifade edilmiş. Buradan o soyut kavramların yoruma açık kalacağı, yeşil yıkama faaliyetleriyle geçiştirileceği görülüyor. Türkiye ağır sanayisinin ana güçleri karbon yoğun sektörlerdeyken bunlara ket vuracak bir yasa önerilmezdi, AB’nin düzenlemesine uyum için bu yasayla şirketlere telafi mekanizmaları da sunulmuş oluyor, ki bu da onların çevre tahribatı yaratan sektörlerde büyümeye devam etmesi için yol verilmesi anlamına geliyor.