21. yüzyılda, ekolojik mücadeleleri düşünürken, ekonomi-politik çerçeveleme (Marksist, Neoklasik ya da Keynesyen) yaklaşımlarının genelde iki temel yapısal mercekleme etrafında programlanmış olduğunu görüyoruz: Bunlardan ilki, doğal çevrenin ekosistem, çeşitlilik, iklim sistemlerinin korunması; diğeri ise, toplumsal çevrenin toplumsal örgütlenmeler, kolektif yaşam inşası düzeyinde işler. Ekososyalist yaklaşımlar bu iki düzeyin ilişkiselliğinin vurgulandığı kuramlardır; doğal çevrenin form kazandırdığı toplumsallık içinde, üretim biçimlerinin yeniden şekillendirdiği toplumsal yapılar ve bu dinamiğin belirlenimleriyle bu dinamiğin yeniden şekillendirdiği doğal çevre tahayyülü, bir yapı dinamiği aracılığıyla iç içe geçmiş, sınırları bulanıklaşmış sistemlerdir. Bu çerçeve bugün gerçekten de yadsıyamadığımız olguları örneğin; sermaye tarafından metalaştırılan doğa ve emek, ekokrizle mücadelenin imkanının, nasıl üretim araçlarının toplumsallaştırılması gerektirdiğini serimler. Yani, oldukça verimli bir şekilde, ekolojik krizi, toplumsal adalet, eşitsizlik ve emek sömürüsü gibi yapısal ilişkilerle bir arada kavramaya çalışırlar. Fakat bu epistemolojik pozisyonun, önemli bir eleştirisi şu şekildedir: Bu çerçeveleme insan öznelliğine özcü bir yaklaşımı temsil eder; insan pek te Kartezyen akılcılıktan kopulamamış bir şekilde, bir teorik-karar verme mekanizmasına ve mekanik bir nedenselliğin nesnesine indirgenir. Bu epistemolojik yetersizlik, iddia edeceğim üzere, doğal ve toplumsal merceklemenin insan özünü dikkate almakta ki yetersizliğinden kaynaklanır. Açık ve seçik bir biçimde söyleyebiliriz ki; öznelerarası alan, toplumsal yapıların belirlenimleriyle şekillenen, yine de bu belirlenimlerden taşan bir forma sahiptir, Laclau ve Mouffe’un Hegemonya ve Sosyalist Stratejisi’nde bahsettiği üzere, geleneksel sınıf analizinin, varsaydığı öznelerin, sınıf stratejilerinin yönelimlerine a priori eşlik ettikleri kabulü yeterince üzerine gidilmemiş bir tahayyüldür; bu yapıların içinde bu yönelimler, özdeşliklerden ziyade yeni farklar oluşturacak biçimde yeniden kurulur; ve bu yeniden kurulumların, ifade ediliş biçimlerini de üretirler. Bunun göz ardı edilmesi, ekonomipolitiğin -özneleşme gibi dinamiklerinin çözümlenmesinin elzem olduğu bir alanda-, teorinin, epistemolojik ikilikler arasına -devlet/toplum, sermaye/emek- hapsolmasına neden olur (Madra,2015). Yapısal yönelimler, özne düzeyinde, katı bir varlıkla değil, çok katmanlı bir makineleşme süreciyle karşılaşır; arzunun kaotik düzeyinde üretilen fark, özneler arası düzeyde yeni makineleşme süreçleri yaratır; farkın ürettiği fark olarak kültürel imgelemi meydana getirir. Buradan yola çıkarak, yapısal ikiliklerin pasif sonuçları olarak özne anlayışı, bize öznesiz dolayısıyla kolektif arzuyu kapsayamayan bir değer teorisine götürür (Albritton,2003). Öyleyse, eko sosyalist teoriye özneliğin bu özgün ekolojisini hesaba katacak bir yoğunlaştırmanın imkanlarını sorgulamak, bir etik politik yönelim olarak önümüzde durur.
Bu bağlamda, Félix Guattari’nin “Üç Ekoloji” modeli (Guattari,1989) klasik çerçevelemeye kuramsal olarak önemli bir müdahale önerir. Guattari, ekolojik krizin yalnızca doğaya veya toplumsal yapılara içkin olmadığını, aksine, öznenin kurulma biçimlerine, arzunun düzenlenişine ve duyusal/simgesel ilişkiler alanına dek yayıldığını ileri sürer. Çevresel, toplumsal ve zihinsel düzlemlerden oluşan bu üçlü yapı, birbirinden ayrı değil; tersine, geçirgen, karşılıklı-dönüştürücü ve eşzamanlı işleyen süreçlerin bileşimidir. Burada özellikle zihinsel ekoloji, Marksist yapı analizlerinin Aydınlanmacı kökleri nedeniyle çoğunlukla dışladığı, öznenin duygulanımı, arzusal devinimi ve kültürel imgelemle kurduğu çok katmanlı ilişki alanını düşünmenin imkânını sunar. Guattari’nin özneleşmeyi “üretilen” bir şey olarak konumlandırması, hem bilinç-dışı hem de kolektif düzeyde işleyen arzusal makinelerle, özneyi sabit kimliklerin değil, geçişli farkların düğüm noktası olarak kavrar. Bu, özneleşmenin yalnızca yapısal pozisyonlara verilmiş bir kimlik olmadığını, bilakis, öznelerarası düzlemde, simgesel düzenin, arzu ekonomisinin ve estetik deneyimin eşzamanlı katmanlarında yeniden kurulan bir oluş süreci olduğunu düşündürür. Guattari’nin bu modeli, girişte ele aldığım eleştiri çerçevesiyle birlikte düşünüldüğünde, ekososyalist kuramların özneleşmeyi sınıf temelli yönelimler çerçevesinde tasarlayan yapısal konumlandırmasının ötesine geçme zorunluluğunu görünür kılar. Zihinsel ekolojinin dışarda bırakılması, yalnızca teorik bir eksiklik değil; aynı zamanda, arzunun politikleştirilmesinin, bilginin çoğulluk içinde kurulmasının ve kolektif tahayyülün yaratıcı potansiyelinin işlevsizleştirilmesidir.
Bu yazıda, Guattari’nin üçlü ekoloji önerisinin eko-sosyalist kuram içindeki alımlanışını , özellikle zihinsel ekolojinin kuramsal dışlanışına odaklanacak bir biçimde ele alacağım. Ardından, bu boyutun kurama dâhil edilmesinin, yalnızca özneleşme süreçlerinin yeniden kavranmasını değil; epistemolojik ve estetik-politik düzeylerde ekolojik mücadelelerin tahayyül biçimlerini dönüştürebilecek olanakları nasıl açığa çıkarabileceğini tartışacağım. Guattari’nin sunduğu bu ekoloji düşüncesi, yalnızca doğaya değil; arzuya, dile, anlatıya ve kolektif hayal gücüne dair de politik bir hat açmanın imkânı olarak burada kavranacaktır. Önemli bir not düşmekte yarar görüyorum: Bu yazının eleştirel çerçevesi, Marks ya da Marksist düşüncenin tümünü hedef almaz; daha çok, Marksist gelenek içinde dönem dönem tekrar eden bazı pozitivist, özcü ve yapısalcı eğilimlere yöneliktir. Bu tartışma hattı, özellikle 20. yüzyıl boyunca Frankfurt Okulu, Batı Marksizmi ve postyapısalcı düşünce içinde canlı kalmış ve Marksizmin kendi içinden yürütülen güçlü bir iç eleştiri geleneği olarak gelişmiştir. Dolayısıyla bu yazıda “Marksizm” kavramını kullanırken, onu belirli bir düşünür ya da okulun dogmatik çizgisiyle eşitlemiyorum. Aksine, bu yazı da söz konusu eleştirel gelenek içinde konumlanmakta; yapısal çelişkiler kadar duygulanım, arzu, semiyotik devinim ve kültürel imgelem gibi katmanları da düşünmeye çağıran bir yoğunlaşma önerisi olarak şekillenmektedir.
Guattari’nin Üç Ekolojisi ve Ekososyalizmin Sınırları
Félix Guattari’nin Üç Ekoloji eseri, yukarda tartışmaya başladığımız şekilde, ekolojik krizin yalnızca çevresel ve toplumsal düzeyde değil, aynı zamanda zihinsel düzeylerde de hem diğer düzeylerle bütünlük içinde bununla eş zamanlı olarak, özne dünyasında özerk şekilde, özgül dinamiklerle yaşandığını serimler: Zihinsel düzeyde bu, tüm öznellik rejiminin iflası anlamına gelir. Aslında bu iflas ekoloji mücadelesi verme eyleminin asıl itici gücüdür. Bu düzey, çevre tahribatına ya da emek sömürüsüne karşı etik bir refleks geliştirdiğimiz düzeydir, dolayısıyla diğer yapısal dinamiklere müdahale etme dürtümüzü burada semiyotik bağlarla kavrarız, imgelem yoluyla toplumsallaştırırız.
Çevresel ekoloji kütüğü, doğanın kapitalist ilişkiler içinde kodlanışı, metalaştırma süreçleriyle yok edilişiyle ilgilidir. Bu yok edilme dönüşümü, doğanın yeni dinamiğiyle makinesel bir ilişki kurma süreciyle birlikte işler. Doğanın yok oluşuyla, çevreyle kurulan anlam rejimleri de değişime uğrar; yeni imge dinamikleriyle, yeni yaşam biçimleri yeşerir. Guattari, Üç Ekoloji’de bununla ilgi şöyle bir örnek verir: Kirli Marsilya suyunda yaşayan bir ahtapot, temiz bir suya koyulduğunda ölür. Biyolojik kodların, bu anlamda bağlamsal ve sembolik kodlarla nasıl birlikte üretildiğinin bir vurgunu yapmak ister; yaşam koşullarının maddiliğinin yanında duygulanımsal bir bağlamı da vardır. Burada Guattari (ve Deleuze) gibi, arzu yönelimlerinin dinamiğinin, fiziksel dünyada oluşan fakat ondan özerkleşen bir doğası olduğunu iddia ediyorum. Pozitivist pozisyondan taşan, hatta belki bazı anlamlarda onu önceleyen bir varlık rejimidir. Toplumsal ekolojik kütük ise, bireyin ekonomik yapılar içinde konumlanışıyla ilgilidir. Neoliberal çağın en büyük mahareti belki de toplumsal örgütlenme biçimleri üzerinde kurduğu dinamik merkezli hegemonyadır. Bu durumu sadece, yapısal örüntülerin regülasyonu boyutunda okumak, kodlanışın özneleşme süreçlerini nasıl dönüştürdüğü, arzu rejimlerinin yeniden şekillendirilmesinin teknik aygıtlarının, özne ile kurduğu ilişkinin düşünülmesini zorlaştırır: Toplumsal düzeyde işleyen güçler, kolektif öznelliği düzenleyen ve dağıtan güçlerdir, yapısal ilişkiler dilsel ve duygulanımsal disipline etme süreçleri olarak işler. Toplumsal egemenlik, arzu yapılarını parçalayan ve yeniden yönlendiren duygulanım rejimleri üreten iktidar mekanizmalarıdır. Toplumsalı oluşturan unsurlar ise buradan hareketle, Guattari’nin grup-varlık kavramına karşılık gelen, mikro arzu düzenleri ve kolektif üretim pratikleridir; bireyin öznelliğinin estetik ortaklıklar bağlamında bir ifade alanıdır. Kapitalist rejimin kodlama mekanizması, bu alanların dağıtılarak, bireyin atomize varlık olarak yeniden kurma stratejileri olarak okunmalıdır. Bu bağlamda toplumsal direniş stratejileri, zihinsel düzeyle iç içe biçimde örgütlenmesini, yani grup varlığın bastırılma stratejilerinin analizi ve kolektif özneleşmenin koşullarının aranmasını gerektirir. Burada bir parantez açmakta fayda vardır, ilk bakışta bağlamsız durabilir ama keskin bir etikpolitik ayrıma götüren bir mesele vardır: Guattari, bireyin atomizasyonuna karşı birlikteözneleşme pratiklerinin özneler arası kurulumu, ötekinin tanınmasının bir özdeşlik ilişkisi kurma süreci olduğuna itiraz eder; bu mekanizma, kolektifliğin üretiminin, molar düzeyde kalıcı-çünkü önceden tanınmış- öznel ortaklıklara bağlanma süreçleri olduğunu varsayacağını tahmin ediyorum. Guattari’nin alternatifi ise aslında özdeşlik ilişkilerini de dışlamayan, onları daha genel bir sürece bağlayan bir mekanizma öngörür; ötekiyle bağlanma, ötekinin farkıyla karşılaşma, ötekinin oluş biçimini düşünme ve bu biçimi kendi yaşama biçimine dahil etme süreci olarak işler: Kolektifleşme, ötekinin farkıyla kurulan önceden verilmemiş bir ortaklıktır; her karşılaşma, yeni bir anlam rejimi ve direniş imkanıdır. Bu bağlamda direniş mekanizmaları olarak mikropolitik stratejiler önem kazanır. Makro düzeydeki devrimci hareketin mikropolitik direniş stratejilerini öncelemeyeceği bir ontolojik zemine ulaşmış bulunuyoruz. Bu aşamada Marksist çerçevenin Aydınlanmacı köklerine uğrayıp, bu pozisyonu birde buradan bir öznellik tartışmasıyla desteklemek istiyorum.
Marksist düşüncedeki Aydınlanmacı eğilimlerde, özne, üretim ilişkileriyle kurulan doğrudan ilişki üzerinden tanımlanır. Sınıfsal konum, tarihsel failin kimliğini belirleyen asıl zemindir ve özneleşme, çoğu zaman nesnel bir yapının içsel refleksi olarak ele alınır. Bu yaklaşım, tarihsel süreçlerin devrimci taşıyıcısı olarak proletaryayı sabitler ve politik müdahalenin etkisini, öznenin sınıf pozisyonuna epistemolojik bir içgörü geliştirmesiyle koşullar. Ancak bu çerçevede özne, toplumsal formasyonun yeniden üretimine katılan, ancak onun anlam, duygulanım ya da arzu sistemleriyle olan ilişkisini pek de açıklamayan bir araç konumuna indirgenir. Robert Albritton’un Marx’ın değer teorisine getirdiği eleştiri, bu indirgemeci çerçevenin nasıl çalıştığını gösterir. Kapitalist düzenin özne modeli, özneyi yalnızca üretim sürecine katılan bir hukuki fail olarak biçimler. Bu bağlamda öznellik, esasen bir mülkiyet ilişkisi üzerinden tanımlanır: “özgür birey” pazarda serbestçe sözleşme yapabilen, fakat sahip olduğu meta dışındaki hiçbir nitelikle anlam kazanmayan bir figüre dönüşür. Albritton’un ifadesiyle, kapitalist özne kendisine ait nesneler dışında bir şey değildir. Bu model, özneleşmeyi yalnızca dışsal ilişkiler yoluyla kavrar, içkin yönelimleri, farklılaşmaları ve duygulanımsal devinimleri hesaba katmaz. Burada Marks’ın çerçevesine şöyle bir ontolojik itiraz yapılabilir: Öznenin üzerine etkiyen güçler onu dışardan sararak sabitleştirir. Bu doğru olsa da, bu kodlama süreci hiçbir zaman tamamlanmış bir süreç değildir, içsel düzeyde sürekli çatışan güçlerin geçici bozulup yeniden kurulma süreçleridir. Bu anlamda, dışsal-makro müdahalenin, kapitalist öznenin dünyasında bu iktidarın kontrolünün dışında kalan semiyotik alanların varlığından güvenle bahsedebiliriz. Bu nedenle devrimci-oluşun olanaklarını, öncelikle kapitalist öznenin kodlanamayan bu içkinliğinde aramamız gerekir. Benzer şekilde, Wang Xiwen’in Lukács ve Marx üzerine yaptığı çözümleme de Marksist özneleştirme anlayışının sınırlarını serimler. Lukács’ta özneleşme, tarihsel praksis aracılığıyla kurulan bir bütünlük deneyimine dayanır. Burada öznellik, bireyin tarihle olan ilişkisi içinde, praksis yoluyla nesneyle birliğe ulaşmasıyla tanımlanır. Ancak bu modelde de özne, hâlâ yapısal dinamiklerin içinden, kendisine belirli bir ideolojik görevi yüklemesi beklenen bir tarihsel aktör olarak sabitlenmiştir. Wang’a göre bu özne kavrayışı, bireyin iç deneyimini, duygusal yönelimlerini ya da kolektif fark alanlarını tam olarak içermez. Praksis temelli özne, politik özdeşliklerle hareket eden ama değişim ve çoğulluk ilkelerini çok az içselleştiren bir formda kalır. Saul Newman’ın postanarşist çerçevesi, bu eleştirileri radikalleştirir. Newman’a göre Marksist modelde devrimci özne, çoğu zaman Lacan’ın “histerik söylem” olarak tanımladığı bir konumda işler: iktidarın eksikliğini gösterme arzusu, çoğu zaman yeni bir iktidar formunun yeniden üretimiyle sonuçlanır. Bu söylem döngüsünde özne, fark üretmek yerine mevcut yapının boşluğunu doldurma arayışına girer. Newman, devrimci özneleşmenin bu biçiminin, yukarıda bahsettim özneleşme okumasına paralel olarak, çoğu zaman molar özdeşlikler içinde, sabit kimlikler ve temsil yapıları üzerinden işlediğini belirtir. Bu, tam da özneleşmenin önceden belirlenmiş bir politik konuma katılma süreci olarak yeniden kodlanması anlamına gelir.
Bu üç yaklaşım, yani; Albritton’un öznesiz değer teorisi eleştirisi, Wang’ın praksis temelli Lukács okuması ve Newman’ın özdeşlik-iktidar ilişkilerine dair söylem çözümlemesi, Marksist özneleşme modelinin yapısal indirgemeciliğini, öznelliğin içkin karmaşıklıklarını dışlayan bir yapı olarak açığa çıkarır. Öznelliğin semiyotik, duygulanımsal ya da arzusal bileşenleri, bu modellerde ya sessiz kalır ya da belirli tarihsel görevler uğruna işlevselleştirilir. Guattari’nin yaklaşımı, bu eleştirel çerçeveyi bir adım öteye taşıyarak, özneleşmeyi sabit kimlikler ya da tarihsel pozisyonlar üzerinden değil; arzu yoğunlukları, semiyotik devreler, ritmik karşılaşmalar ve kolektif imgelemle işleyen çoğul üretim hatları üzerinden yeniden düşünmeyi önerir. Öznenin artık sabitlenmiş temsil ilişkilerinde değil, farkla kurduğu temassal bağlarda anlam kazandığı bir öznellik formu önerilir. Bu nedenle Guattari, özneleşmeyi politik bir pozisyon almaktan çok, politik bir alan üretme kapasitesi olarak yeniden çerçevelendirir. Bu, yalnızca Marksist özne anlayışının ötesine geçmek değil; onun üzerine etik, estetik ve semiyotik bir perspektif inşa etmektir. Dolayısıyla, bu düşünme geleneklerini, Marksizmin yoğunlaştırılmış biçimleri olarak düşünmek gerekir.
Ekososyalizmin Zihin Ekolojisiyle Yoğunlaştırılması ve Yerel Mücadeleler
Tüm bunlardan sonra soracağımız soru, zihin ekolojisi yaklaşımının, ekososyalist düşünceye ve yerelin yeniden okunmasına nasıl katkı sağlayabileceğidir. Guattari’nin zihinsel ekoloji olarak adlandırdığı düzlem, özneleşmenin yapısal belirlenimlerin ötesinde, çoklu semiyotik, imgesel ve duygulanımsal kayıtlar üzerinden yeniden üretildiği bir çatışma alanıdır. Yanlış anlaşılmalara mahal vermemek için şundan bahsetmek istiyorum: Bu düzlem, yalnızca bireyin içsel psikodinamiğine dair değildir; aynı zamanda, anlamlandırma pratiklerinin, arzu yönelimlerinin ve temsil sistemlerinin nasıl bir kolektif zihinsellik üretimi yarattığıyla ilgilidir. Özneleşme bu bağlamda, Marksizmin ifade ettiği gibi yalnızca bir ideolojik konumlanma değil; duygulanımsal iklimlerin, imgelem makinelerinin ve epistemolojik çerçevelerin birlikte çalıştığı bir eşzamanlılık süreci olarak kavranmalıdır. Buradan yola çıkarak, zihin ekolojisinin katkısı, arzu ve özneleşme, imgelem ve anlatı ve bilimsel hegemonyaya karşı epistemolojik çoğulculuk olarak üç maddede tartışılabilir.
a) Arzu ve Özneleşme
Guattari’nin çalışmasından yola çıkarak, Kapitalist özneleşme rejiminin, emeğin ekonomik kodlamasından daha temelden sirayet eden bir iktidar ilişkisi olduğunu kabul etmemiz gerekir. Emeğin kapitalistleşmesi, bu zihinsel düzeyde işleyen makinenin bir görüntüsüdür. Özneyi arzularını, duygulanımlarını, deneyimleme biçimlerini ve tahayyül sınırlarını yeniden düzenleyen bir semiyotik makineler ağına maruz bırakır. Bu bağlamda, ekonomik emeğin, Negri’nin kavramları olan duygulanımsal ve maddi-olmayan emeğin sermayeye katılmasıyla ortaya çıktığını söylüyorum. Bu mekanizmanın nasıl işlediği konusunda Gilles Deleuze’ün Postscript on Societies of Control (1988) eserinde yazdığı üzere: “ Makineler teknik olmadan önce toplumsaldır. Ya da daha çok, maddi teknolojiden önce mevcut bir insan teknolojisi vardır… maddi makinelerin bir diyagram tarafından seçilmesi ve topluluklar tarafından alınması gerekir” (Thoburn, 2022). Deleuze’ün makinelerin teknik olmadan önce toplumsal olduğu yönündeki belirlemesi, üretim süreçlerinin yalnızca araçsallığını oluşturan, öncelikle ilişkisel ve semiyotik yapılarla örgütlendiğini varsayar. Bu önerme, özellikle çağdaş kapitalist dönemde maddi olmayan emeğin yani, Negri’nin tanımıyla bilişsel, dilsel, duygulanımsal ve simgesel üretimin, asli üretkenlik biçimine dönüşmesiyle birlikte, arzunun doğrudan politik ekonomi içindeki yeniden işlevselleştirilmesini sağlar. Arzu, burada bireyin pazara katılımı düzeyinde istemenin, fakat bireyin kurulması düzeyinde, özneleşmenin altyapısını kuran bir kodlama sürecidir. Kapitalist sistemin, maddi olmayan emeği teknik rasyonaliteye dahil etme süreci, önceden yapılandırılmış toplumsal makineler aracılığıyla işleyen düzeyden geçer: beden, imgelem, ifade ve dil, öznenin üretim gücünü semiyotik rejimlerle uyumlu hale getirerek yeniden biçimlendirir. Bu noktada arzu, kodlanan değil; önceden biçimlenmiş varsayılan, kodlayan bir kuvvete indirgenir: Mal üretiminin rasyonalitesi, duygulanımsal ve semiyotik özne biçimlerinin üretimi hâline gelir. Böylece, her emek süreci aynı zamanda bir özneleşme sürecidir; makineler ekonomik düzeyde iş gücünü, özne düzeyinde ise arzuyu belirli bir iktidar şeması içinde organize eder. Bu bakış açısı, maddi olmayan emeğin özneyle teması kadar, immateryal emeğin, maddileşmesi sürecinin, özneyi arzu yoluyla kapitalist üretimin içine gömülü hale getiren bir kodlama rejimi olarak düşünülmesini mümkün kılar.
Buradan çıkarmamız gereken sonuç, kapitalizmin emekten de daha temel bir varoluş kipi olan arzu üzerinde etkiyen bir sistem olduğudur. Çağdaş kapitalizm, bireyin kendisini nasıl düşündüğü, arzularını nasıl ifade ettiği ve nasıl bir toplumsallık içinde yer aldığı sorularını, önceden yapılandırılmış bir semiotik mimaride düzenler: “Arzular artık bastırılmaz, üretime entegre edilir.” ( Lazzarato, 2006). Bilinçdışı ise, politik-ekonomik düzenekler, kurumsal aygıtlar ve kültürel makinelerle birlikte çalışır. Shaw’un yorumladığı üzere, Guattari için özne, içsel bir kararlılık noktası değil, “dağıtılmış bir terminal”dir: bilgi-işlem makineleri, sosyo-ekonomik sistemler, toplumsal gruplar ve semiyotik kodlarla çakışan bir geçiş düzlemidir. Bireyin yaşamla ilişki kurduğu düzeyde, arzunun nesnesi “ne istiyorum?” sorusu olsa da, bireyin bir özne olarak kurulduğu daha içsel düzeyde arzunun araştırılma bağlamı “hangi ilişkisel bağlamda isteme yetim organize edildi?” sorusuyla anlaşılabilir. Kapitalist özneleşme, bireyi karar verici özerk bir fail olarak konumlandırmaz; onun yerine arzuları önceden kodlanmış, duygulanımı yönlendirilmiş ve temsil sistemlerine gömülmüş bir arzumakinesi üretir. Lazzarato’nun ifadesiyle, “semiotik makineler arzu süreçlerini salt temsil etmezler, üretirler”. Guattari’nin zihinsel ekoloji kavramı, özneleşmenin bu çok katmanlı doğasını politikleştirir. Tekrar etmekte fayda var: Arzu, burada yalnızca bir isteme değil; anlamlandırma, bağ kurma ve dünyaya yerleşme biçimi olarak işler. Arzunun kolektifleşmesi, bireylerin başka türlü isteme biçimlerini deneyimleyebilmesinden doğar.
Kapitalist özneleşme rejimi bu nedenle, her zaman bir kodlama savaş alanıdır: semiyotik makineler, kültürel normlar, etik sistemler, estetik yönelimler — hepsi arzunun üretimini kodlama çabasındadır. Ancak arzu her zaman bu sistemlerin dışına taşan bir fazlalık yaratır. Guattari’nin “makineler arası ilişkisellik” olarak tanımladığı bu süreçte, her özneleşme, çevresiyle, araçlarıyla ve duygulanımlarıyla eşzamanlı olarak kurulur. Bu kurulum sabitlenemez; bu da direnişin tam yeridir.
b) İmgelem ve Anlatı
Zihin ekolojisi yaklaşımı, ekonomik gerçekliğin ve yapısal eşitsizliğin, öznenin yaşam dünyasının otonomisiyle yatay bir düzlemde okunmasını gerektirir. Bu nedenle politik söylem, ideolojik aygıt niteliğinin öznenin yaşam dünyasına nasıl yansıtılıyor sorusuna yanıt ararken fark edeceğimiz üzere, anlam rejimlerine katılıp yeni bir forma yönlendiren bir güçtür. Bu form geçicidir, kendi söylemlerini üreterek kendini sürekli yeniden kurar. Bu yeniden kurulum süreci, anlam rejimlerinin yalnızca pasif bir yansıtma zemini değil; aktif bir form üretme kapasitesine sahip olduğunu gösterir. İdeolojik aygıtlar, baskı mekanizmaları olarak işleyebilmelerini, öznenin tahayyülünü ve varoluşsal yönelimini yapılandıran semiyotik teknolojiler olmalarına borçludur. Guattari’nin “ifade makineleri” kavramsallaştırması tam da burada devreye girer: Dil, medya, eğitim, hukuk ya da toplumsal normatif yapılar temsil edici olmaktan ziyade, arzuyu yönlendiren, özneleşme potansiyellerini kanalize eden, kurgulayan, kolektif imgelem alanlarını formatlayan yapılar olarak çalışırlar. Zihinsel ekoloji bu süreci, dışsal bir belirlenim modeliyle değil; içkinliğe dayalı bir kurulum ilkesiyle değerlendirir. Özne burada, bu kurulumdan etkilenebilme biçiminin bir alanıdır. Yani özneleşme, yalnızca dış dünyadan alınan temsillerin içselleştirilmesi değil, bu temsillerle kurulan ilişki biçiminin – bu ilişkinin estetik, ritmik, duygulanımsal kodlarının – duygulanımsal-makinesel bir bağlamda yeniden işlenmesidir. Her karşılaşma, her söylem devresi, özneyi başka bir ritme, başka bir zamansallığa, başka bir yaşam formuna ayarlama kapasitesine sahiptir. Özellikle eko-sosyalist kuramın sıklıkla dışsal yapısal belirlenimlere yönelen analizini tersine çevirmese de bu yönelimle eşzamanlı olarak , Guattarici bir çerçeve, anlam rejimlerine erişim hakkı, duygulanım düzenleme özgürlüğü, kolektif imgelem paylaşımı da politik özneleşmenin asli alanları olarak belirler. Bu bağlamda politik olan, hangi duyumun, hangi imgenin, hangi sözcüğün ve hangi estetik formatın dolaşıma girebileceğinin belirlenimidir. Özne, bu dolaşım içindeki pozisyonunu yalnızca rasyonel kararlarla değil; arzusal yönelimlerle, duygulanımsal hafızalarla, deneyim haritalarıyla, eşzamanlı bir topoloji* içinde kurar. Bu, aslında politiğin ontolojik niteliğiyle bağlantılı bir durumdur. Guattari (ve Deleuze) için politika beşeri ve doğal alanlar için bir yaratım edimidir ve bu anlamda bir otonom alan değildir; diğer alanların yaratım süreçlerini var eden ve yönlendiren bir kuvvet alanıdır. Bu nedenle şuna dikkat etmek gerekir: politika fark yaratımı olarak özneleşme süreçlerinde her zaman özgürleştirici yönelimlere sahip değildir. Örneğin sermaye sistemi, çok güçlü bir fark yaratım makinesidir; bu nedenle etik-politik bir eklenti olmaksızın bu ontolojik çerçeve baskıcı rejimlerin bir aygıtı haline de gelebilir. Bu nedenle Ekososyalizmi, bu ontolojiyle yoğunlaştırmak, aynı zamanda fark politikasına etik bir yön tayin etmek, böylece farkın özgürleştirici bir nitelik olarak ele alınmasını sağlar. Direniş çizgileri aramanın kendisi bu çabanın nedeni değildir: Direniş çizgileri her zaman vardır ama körlerdir, neye direnileceğini tayin etmek, direnişi özgürlüğe yöneltecek bir etik proje bize bu çalışmanın motivasyonunu verir. Direnişin ufkunu belirleyemeyiz, ama nereden başlayacağımız bellidir; Kapitalist Socius’un anlam rejimleri başlangıç noktamızdır.
Bu nedenle, imgelem diyagramlarını düşünmek, önceden bahsettiğim gibi kendinde direniş çizgileri de barındıran bu anlam rejimlerini politik söylemin belirleniminden kurtarmak için hayati bir önem taşır, yani politik mücadelenin başarısı, yaşamın nasıl hayal edildiği ve deneyimlendiğinde yatar. İmgelem düzeyinde ortaya çıkan direniş imkanları, özneleşmenin sabit formatlarını askıya alan, duyumsamanın ve anlamlandırmanın yeni kiplerini icat eden mikro politik bir kırılma pratiği olarak işler. Bu mekanizmanın ilk bakışta üç düzeyini fark ederiz. Birincisi, imgeleme dayalı direniş biçimleri mekânsal ve estetik müdahale alanlarında örgütlenir. Graffiti, kolektif duvar yazıları, dijital kolaj, karşı-görüntü üretimi, mekânın işlevini tersine çeviren estetik sabotajlar; sabitleşmiş semiyotik kodlamanın aksatılmasına yönelik mikro taktiklerdir. Kamusal alanın görsel düzenine dair müdahaleler, anlam rejimlerini sarsar; kolektif özneleşmenin direniş çizgilerini yoğunlaştırmak için önemlidir, çünkü kimin görüldüğü, kimin konuşabildiği, kimin temsil edildiği sorularını görünür kılar. İkincisi, duygulanımsal bağ bozumu üzerinden örgütlenen imgelemsel direniş biçimleri; öznenin hazır duygusal formatlara (örneğin korku, suçluluk, bireysel moralizm gibi) bağlılığını çözmeye yönelir. Bunun karşısına, kolektif arzu bloklarının inşası, yeni şefkat alanlarının, öfke ittifaklarının ve ritmik müştereklerin kurulması geçer. Bu durum hissetme biçimlerinin kolektif yeniden kurulumu aracılığıyla yeni politik pozisyonlar yaratır. Üçüncüsü, ifade aygıtlarına müdahale yoluyla gerçekleşen direniş biçimleri; örneğin yerel anlatıların, kadim bilgilerin, marjinalleştirilmiş hafızaların, küçük tarihlerin yeniden devreye alınmasıyla işler. Burada imgelem, baskın anlam sistemlerine alternatif olarak farkla çalışan anlatı topolojileri üretir: bu hikâyeler homojen bir halka ait değildir; çoğul öznelliklerin, geçici ittifakların, yerel epistemolojilerin taşıyıcısıdır. Bu, bilgi üretiminde epistemolojik çoğulluğun direniş biçimi olarak imgelemin politikleşmesidir. Bu konu üzerinde fazladan durulacak düzeyde önemlidir ; bilimsel söylemin karizması içinde eriyen inançların, toplumların tarihsel olarak kimliğinin bileşenleri olan ritüellerin, alternatif bilimlerin yok olmasıyla, egemen kodlamanın, yapısal düzeyde sermayenin bir taşıyıcısı haline gelen bilimin kutsallığı, imgelem rejimlerinin kapitalist makineleşme süreçleri bakımından belki de en güçlü ideolojik aygıttır. Açıktır ki, bilimi bir bilgi üretme geleneğinden fazlası olarak görmek, dünya tarihindeki büyük felaketlerin baş sorumlularından birisidir. Kaldı ki bilimsel realizmin sorgulanması için, programları bilimselleşen Üçüncü Dünya ülkelerinin durumlarına bakmak yeterli bir motivasyondur. Son olarak, imgelemsel direniş, politik obje üzerinden işlemez, bunun yerine biçim üzerinden de işler. Hangi dil yapılarının kullanıldığı, nasıl bir ritmin tercih edildiği, zamanın nasıl algılandığı; tüm bunlar politik biçimliliğin sahasını belirler. Guattari’nin estetik paradigmasında, yeni bir politika biçimi, aynı zamanda yeni bir kompozisyonun kurulmasıdır. Kompozisyon yalnızca sanatsal bir mesele değil; yaşamın organizasyonu üzerine bir politik jesttir.
c) Epistemolojik Çoğulculuk ve Bilimsel Söylem
Modern Marksist kuramsallaştırma, epistemolojik zeminini çoğunlukla bilimsel determinizme dayandırır. Tarihsel materyalizm, tarihsel sürecin yasalarını, sınıf mücadelelerinin zorunlu evrimini ve üretim ilişkilerinin içsel çelişkilerle ilerleyen devrimci potansiyelini açıklarken, bunları genellikle nesnel, doğrulanabilir, hatta evrensel geçerlik taşıyan analizler olarak kurar. Tarih, geçmişin pozitivist bir okuması olarak ele alınır, Marksist yöntem bu okumanın en başarılı yöntemi ilan edilmiştir. Bu yaklaşım, politik eylemi temellendirmek için güçlüdür ama beraberinde birtakım kısıtları da getirir: özellikle, farklı bilme kiplerinin –duygulanımın, sezginin, yerel hafızanın, mitin, sembolik deneyimin– bilgidışı olarak kodlanmasına neden olur. Bu durum arzu üretiminin ve özneleşmenin sınırlandırılmasıdır. Guattari’nin zihinsel ekolojisi tam bu noktada devreye girer: bilgi, temsile dayalı nesnel içerikler değildir; arzunun, ritmin, anlamın, belleğin ve çevreyle kurulan maddi-duygusal ilişkinin toplumsal ürünleridir. Guattari’nin önerdiği epistemolojik çoğulluk, bilmenin ne olduğuna dair varsayımların kırılmasıdır. Descartes’ın Cogito’sunun nesnesi olan bilgi yerini Foucault’cu bilgi-iktidara bırakır; bilginin hangi bağlamda, nasıl üretildiği, kim tarafından dile getirildiği meselesidir bu. Paul Feyerabend’in Yönteme Karşı kitabı, bu düşünsel kopuşun önemli temsillerinden biridir. Feyerabend, bilimsel bilginin tümüyle yöntemle ilerleyen evrensel bir anlatı olmadığını; aksine tarihsel olarak çok defa kaotik, irrasyonel, deney dışı, sezgisel sapmalarla geliştiğini gösterir. Ona göre bilimsel yöntem fetişizmi, başka bilme biçimlerinin –örneğin geleneksel tıp, yerel astronomi, tarımsal ritüeller, sembolik hafızalar– epistemik statü kazanmasını engeller. Batı merkezli bilimsel bilgi, bu anlamda dışlayıcı bir iktidar dizgesidir. Feyerabend’in bu eleştirisi, Guattari’nin özellikle yerel mücadelelerdeki bilgi üretim rejimlerini kavrama çabasıyla birlikte okunabilir. Yerel mücadelelere yeni anlamını kazandıran, tepeden inme epistemolojik hegemonyanın çatlaklarından, hangi bilginin meşru kabul edileceğini, hangi hafızaların silinip hangilerinin konuşulacağını yerelin koşulları ve tarihselliği içinde soruşturan bir bilgi politikası alanıdır. Bir su havzası mücadelesinde toprağın nasıl çatladığını, bir otun nerede bittiğini, rüzgârın ne zaman yön değiştirdiğini bilen köylü kadınlar; yalnızca “veri taşıyıcıları” değil, epistemik aktörlerdir. Ama bu bilgi, modern bilim açısından genellikle “sezgisel”, “yerel”, “duyusal” gibi kelimelerle etiketlenip sistem dışına itilir. Bu noktada Marksist bilgi rejimiyle hesaplaşmak gerekir. Sınıf mücadelesi teorisinin kurduğu tarihsel analiz; öznenin yerel, sezgisel, topluluk temelli üretimlerini yeterince göremez. Oysa toplumsal mücadele yalnızca sermaye-emek çatışmasından çok daha yerelde yaşanır; dil, imgelem, bilgi ve duygu alanlarında da örülür. Guattari’nin zihinsel ekoloji yaklaşımı burada net bir yönelim önerir: bilgi, aklın ufkundan taşacak bir biçimde; ortamda, ritimde, bellekte, biçimde ve ilişkisellikte oluşur. İşte bu yüzden, bilgi rejimlerinin çoğullaşması varoluşsal ve politik bir taleptir. Bilginin üretilme biçimi, özneyi üretme biçimidir. Yerel mücadeleler, dünyanın başka türlü düşünüldüğü, başka türlü hissedildiği ve başka türlü anlatıldığı mekânlardır. Zihin, doğa ve toplum arasındaki sınırlar burada silikleşir. Duygulanım, anlatı, deneyim ve teknik birlikteliklerin açtığı alanlar, direnişin yeni semiyotik yüzeylerini kurar. Guattari’nin epistemolojik çoğulluk önerisi bu bağlamda, tarih okumasını yataylaştırmak, sezgisel bilgiyle kavramsal bilgiyi eşit düzleme çekmek, bilim ile arzu arasında yeni bağ kurmak ve özneyi yalnızca eyleyen değil, dünyayı düşünen, duyan, tahayyül eden bir fail olarak yeniden kurmak anlamına gelir.
Sonuç
Guattari’nin zihin ekolojisi kavrayışı, ekososyalist kuramın yeniden düşünülmesini değil, doğrudan yeniden inşa edilmesini gerektiriyor. Bugüne kadar ağırlıklı olarak sınıf ilişkileri, emek sömürüsü ve kapitalist birikimin doğa üzerindeki etkilerine odaklanan eko-sosyalist literatür, özneleşmenin semiyotik, duygulanımsal ve estetik boyutlarını çoğunlukla analiz dışı bırakmıştır. Oysa kolektif eylemi mümkün kılan şey, yalnızca yapısal çelişkilerin farkına varmak değil; o çelişkilerin bedenle, mekânla, hafızayla ve arzu ile kurduğu karmaşık ilişkileri çözümleyebilmektir. Bu bağlamda Mapuche halkının doğayla kurduğu ilişki, toprakla birlikte düşünen, hisseden ve hatırlayan bir öznenin nasıl kurulduğunu gösteren canlı bir örnektir. Aynı şekilde, Brezilya’nın kenar mahallelerinde duvarlara çizilen figürler ya da ritüelize edilmiş sokak eylemleri, baskıya bir refleks olarak yaşamı örgütlemenin başka yollarını arayan, düşünen ve arzulayan kolektif özneleşme süreçleridir. Bu süreçlerde bilgi, bilimsel kategorilerin dışında; deneyimden, ritimden, estetik jestten, duygusal ortaklıktan çıkar. Guattari’nin zihinsel ekolojisi, işte bu alanlara dokunur: kodlanmamış alanlara, dile gelmemiş farklara, bastırılmış arzulara. Onun katkısı, devrimci tahayyülü belirli yapılar ve sınıf pozisyonlarıyla sınırlandırmak yerine, devrimin duyumsal, ritmik ve semiyotik altyapılarını da görmeye zorlamasıdır. Çünkü her mücadele, yalnızca çıkarların değil, dünyayı nasıl anlamlandırdığımızın da bir mücadelesidir. Ekososyalist teori, bu alanlara açıldığında; yalnızca daha kapsayıcı değil, aynı zamanda daha yaratıcı, daha çoğul, daha dirençli hale gelir. Bilginin ne olduğu, nasıl üretildiği ve kim tarafından meşrulaştırıldığı soruları, artık sadece felsefi sorular değildir; bunlar, doğrudan ekolojik mücadelenin alanına taşınmıştır. Zihinsel ekoloji bu anlamda bir etik çağrı değildir; bir politik ufuk, bir tahayyül biçimi ve aynı zamanda bir direniş arayüzüdür. Bu zeminde, ekososyalist düşünce özneliklerin ekolojik katmanının yaratım gücünü, toplumsalın dönüşümü için metafizik bir tarih tahayyülünün yerine bir motor olarak okumalıdır.
Kaynakça
Albritton, R. (2003). The epistemology of capital: Re-reading Marx’s theory of value. York University.
Feyerabend, P. (1996). Yönteme Karşı (G. Çiftçi, Çev.). Paradigma Yayıncılık.
Guattari, F. (2000). The Three Ecologies (I. Pindar & P. Sutton, Trans.). London: The Athlone Press. (Original work published 1989)
Laclau, E. & Mouffe, C. (2017). Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru (A. Kardam, Çev.). İletişim Yayınları.
Lazzarato, M. (2006). Signs, machines, subjectivities. In R. S. Grusin (Ed.), MediaTropes (Vol. 2, No. 2).
Madra, Y. M. (2015). Late neoliberalism: rethinking political subjectivity in the postdemocratization era. Journal of Cultural Economy, 8(2), 152–169. https://doi.org/10.1080/17530350.2014.929901
Newman, S. (2011). Postanarchism and space: Revolutionary fantasies and autonomous zones. Planning Theory, 10(4), 344–365. https://doi.org/10.1177/1473095211413753
Thoburn, N. (2022). Deleuze, Marx ve politika (A. Alkan, Çev.). Otonom Yayıncılık.
Shaw, R. (2015). Bringing Deleuze and Guattari down to Earth through Gregory Bateson: Plateaus, rhizomes and ecosophical subjectivity. GeoHumanities, 1(2), 296– 314. https://doi.org/10.1080/2373566X.2015.1109120
Wang, X. (2023). The ontological structure and practical mode of Marxist subjectivity: Based on the perspectives of Marx and Lukács. SHS Web of Conferences, 163, 01020. https://doi.org/10.1051/shsconf/202316301020
