Birkaç on yıl evvel bilimkurgu filmlerinin senaryosu olan “kıyamet günü” manzaraları, günümüzde ekolojik belgesellerin ve araştırmaların bilimsel konusu haline gelmiş durumda. Gittikçe büyüyen bir kitle nezdinde, insanlığın yaşam koşullarının temellerini tehdit eden ve bütün yerküreyi kapsayan bir ekolojik krizin çoktan acı bir gerçeğe dönüştüğü apaçık ortada.
Tsunamiler, depremler, iklim değişikliği, ozon delikleri, gıda skandalları[1], yok olan canlı formları, hava kirliliği, okyanusların zehirlenmesi, tatlı su kıtlığı, çöp yığınları ve Fukuşima’daki gibi nükleer felaketler, artı çevre kirlenmesinden kaynaklı milyonlarca ölüm artık kapitalist hakikatin gündelik hali oldu. Bilim insanları kanser hastalığının yüzde 90’ının bugün çevre etkilerinden kaynaklı olduğunu belirtiyorlar. Fakat bu, uluslararası tekelleri, dünyamızı yağmalamaya ve yaşam temellerimizi yok etmeye durmaksızın devam etmekten alıkoymuyor elbette. Emperyalist kapitalizmin insanlık dışı kar hırsı tabii ki kimse için sürpriz değil, fakat küçük bir sorun var: sermaye artık kendisinin de üstünde oturduğu dalı kesmeye kalkıyor!
Ekolojik Krizin Küresel Niteliği
Marks ve Engels, 150 sene önce bile, kapitalist üretim tarzının doğal çevre üzerindeki yıkımına işaret etmişlerdi. Büyük sanayi üretimi ile doğaya yapılan müdahale, çelik ve demir üretiminin, kömür çıkarımının ve kentleşmenin devasa artışı gibi unsurlarla, yeni bir aşamaya varmışı.
1950’li yıllarda ilk modern çevre hareketleri, belirginleşen çevresel yıkımlara tepki olarak ortaya çıktı. O dönemde gündeme gelen doğa sorunları daha çok yerel nitelikteydi: şurada zehirlenmiş bir nehir, orada bir metropolün üstüne çökmüş duman. Bugün ise çevre krizi uluslararası bir boyuta varmıştır. Mesela iklim felaketi, artık sadece tek tek bölgeleri değil, bir bütün olarak doğayı etkilemektedir.
Yerküremizdeki bütün yaşam, yerüstünün 60 km üstünden 5 km altına uzanan, toprak ve kayaçlar (litosfer), su kaynakları (hidrosfer) ve gazlar (atmosfer) olarak üç katmana ayrılabilen biyosferde[2] gerçekleşir. 3,5 milyar yıl önce, Engels’in “yumurta beyazının varoluşu” veya “albümin” olarak nitelendirdiği ve “bu varoluş biçimi de esasen bu maddelerin kimyasal bileşenlerinin kendi kendine sürekli yenilenmesinden ibarettir”[3] sözleriyle özetlediği yaşamın ta kendisi burada başlamıştır.
Bugün, bütün bir biyosfer sisteminde, yani yaşam alanımızda, eğer önü hızla alınmazsa insanlığın yok oluşuna sebep olabilecek dramatik değişiklikler görülüyor.
Doğanın yıkımının nasıl bir boyuta vardığını ortaya koyan bazı örneklerden bahsedelim:
Hava durumu kaydedildiğinden beri yaşanan en sıcak 10 senenin hepsi son 20 sene içinde gerçekleşti. 2016 ise dünyanın şimdiye dek kaydedilen en sıcak senesiydi. Deniz seviyesi son bir yüzyılda 17 cm yükseldi. Başta kömür ve petrol olmak üzere fosil enerji maddelerinin yakılmasıyla oluşan karbondioksit (CO2), ama aynı zamanda metan, gülme gazı (N2O) ve sonunda yasaklanan CFC’nin yedeği olarak üretilen PFC gibi sera gazı emisyonlarından dolayı, 1880’de ilk kez ölçülmesinden bugüne dünyada ortalama sıcaklık 0,89 derece yükselmiş durumda. 2013’te, 25 milyon yıldan sonra ilk defa, atmosferdeki CO2 miktarı 400 ppm’yi (milyonda bir birim) aşmış oldu. Dünyanın toplam 4,5 milyar yıllık varoluşunda iklim değişiklikleri çokça yaşanmış olsa da, bunların her biri on binlerce yıla yayılan gelişmelerdi, hiçbiri bu kadar ani ve sıçramalı değildi.
İklimin ısınması şiddetli yağmur, sel ve kuraklığa, aşırı sıcaklık ve ani soğumalara neden olur. Deniz seviyesinin yükselmesi böyle devam ederse, Bangladeş gibi ülkeler, New York ve Şangay gibi sayısız sahil kenti sular altında kalacaktır. Buzulların erimesiyle birlikte, bir taraftan seller olurken, öbür taraftan bunların altında yatan yeni sera gazları havaya karışır, bu da daha fazla ısınmaya yol açar. Yine buz dağlarının gittikçe erimesiyle daha az güneş ışını uzaya geri yansıtılır, dolayısıyla ısınma artar. Isınmadan kaynaklı küresel hava akımları değişir, bazı bölgeler aşırı soğukta hapsolur, yanı başlarında ise subtropikal nemli ve sıcak hava akımları kuzeye doğru yönelir.
Eskiden 70 ülkede bulunan yağmur ormanların kapladığı alanın yarısından fazlası, 1900-1980 arasında yitip gitmiş durumda. Atmosferden aldığı CO2’yi fotosentez yoluyla oksijen ve karbonhidrata çeviren, dolayısıyla CO2 oranını düşürme fonksiyonu olan ormanların kesilmesiyle, doğal dengeyi sağlayıcı bir mekanizma daha yok ediliyor.
Ozon katmanı güneşin ultraviyole ışınlarının yüzde 95’ini engelleyip uzaya geri yansıtır. Ozon katmanı 220 dobson biriminden daha zayıf düşerse, bir ozon deliğinden bahsedilir. 2000 yıllında güney yarımküre üzerindeki ozon deliği 28 milyon kilometrekareye kadar büyümüştü ki, bu neredeyse Afrika kıtasına denk düşen bir alandır. Ultraviyole ışınları karadaki ve sudaki canlı organizmalara zarar verir, bağışıklık sistemini kötü etkiler, deri kanserine neden olur ve gözleri bozar.
Ozon katmanının incelmesinin sebebi, CFC (kloroflorokarbon) gibi gazların yükselmesidir. 1980’li yıllardan beri süren protestolar sonucunda CFC artık yasaklanmış, fakat aynı derecede olmasa da ozona gene zarar veren ve milyonlarca ton üretilen HFC (hidroflorokarbon) ve PFC (perflorokarbon) onun yerini almıştır.[4]
İsviçreli bilim insanlarının bir araştırması, incelmiş ozon katmanının binlerce kilometre uzaklıkta olan tropik bölgeleri bile etkilediğini gösterdi. Antarktika ve Arktika’daki ozon deliğinden kaynaklı, Fransız Polinezyası’ndaki yağmur miktarının 1960-90 arası dönemde yüzde 50 arttığı kanıtlandı. Bu örnek, her şeyden önce, biyosferdeki farklı unsur ve süreçlerin birbirlerine ne kadar bağlı olduklarını ve etkide bulunduklarını gösteriyor. Türlerin yok oluşunda da benzer bir bağlantılılık var. Çoğu zaman bir canlı formu bir ekosistemin bütününde merkezi bir rol oynar ve kaybolmasıyla birlikte dengeler şiddetle sarsılabilir. Fakat maalesef, bu fark edildiğinde genellikle çok geç kalınmış olur. Bugün bilinen toplam 1,9 milyon hayvan türü söz konusudur; bunun 1,88 milyonuysa, çoğu böcek olmak üzere, omurgasız hayvandır. Ve tahminlere göre, her sene en az 35 bin tür yok olmaktadır. Greenpeace’e göre, geçmiş 500 sene içinde yok olmuş türlerin toplamının tam 8 katı kadar tür bugün yok olma riskiyle karşı karşıyadır.
Denizlerde besin zincirinin temeli olan ve küresel oksijen üretiminin yüzde 70-80’ini gerçekleştiren fitoplankton adlı minik yosunların miktarında 1950’den bu yana yüzde 40 azalma yaşandı. Bu, sadece denizlerin ekosistemini altüst etmekle kalmıyor, iklim ve hava koşullarını da yoğun etkiliyor. Denizler ekşiyor[5], mercanlar ölüyor, plastik kirletiyor. Denizlerde sahile yakın, bazıları birkaç on bin km2 büyüklüğünde olan 500’den fazla “ölü bölge” oluşmuş durumda. Denizlerin kirlenmesi, zehirlenmesi, ısınması ve ekşimesi neredeyse geri dönüşü olmayan bir seviyeye ulaşmak üzere.
2012’de, sadece bir yıl içinde, dünya çapında yaklaşık 1,9 milyar ton çöp üretilmiş. Bunun yüzde 70’i toplanmış ve ama yalnızca yüzde 19’u geri dönüşüme tabi tutulmuş. Kalanın nerede olduğunu tahmin etmek zor değil. Çöpler yakılsa bile, bu işlemden aşırı zehirli kalıntılar ve sera gazları ortaya çıkıyor. Zehirli ve nükleer çöpler suyu, havayı ve toprağı inanılmaz derecede kirletiyor. Üretim için üretim yapan ve karı yükseltmekten başka bir şeye bakmayan sermaye, doğal kaynakların geri dönüştürülüp yeniden üretime girdikleri bütünlüklü bir ekonomik çevrimle ilgilenmiyor. Oysa anlamlı düzeyde bir geri dönüşümü gerçekleştirebilmek için, bunu üretim aşamasında planlamak gerekiyor. Örneğin, bol miktarda değerli metaller içeren elektronik çöplerden bazıları sadece yüzde 1 oranında geri dönüştürülüyor. Üstelik aynı maddelerin ilgili madenlerin yeniden çıkarılmasıyla tekrar üretilmeleri, geri dönüştürülmelerine kıyasla 2 ila 10 kat daha pahalıya patlayabiliyor.
Rus emperyalizmi tarafından testlerine başlanan, 10 bin kilometre menzile sahip ve Hiroşima ile Nagazaki’ye atılan bombalardan 2000 kez daha güçlü, Fransa büyüklüğünde bir kara parçasını haritadan silebilecek olan “Satan 2” adlı termonükleer füze gibi sayısız kimyasal, biyolojik ve nükleer silahın varlığı da dünyadaki yaşam için başlıca tehlikerden başka birini meydana getiriyor.
Yüzyılda, 1,2 milyardan fazla insan temiz sudan mahrum. Eksik ya da kirli içme suyundan dolayı her gün yaklaşık 11 bin çocuk ölüyor. Bu ölümler aslında suyun olmamasından kaynaklanmıyor, zira tek bir arabanın üretilmesinde 380 bin litre, bir kilo kırmızı et içinse 15 bin 500 litre tatlı su harcanıyor.[6]
Kapitalist üretim tarzının sınırsız sömürü ve zulmü elbette çevre sorunlarını da kapsıyor. Emperyalistlerin bağımlı ülkelere doğa çerçevesinde çektirdikleri zulümler bu yazı kapsamında giremeyeceğimiz devasa bir konu. Fakat şunu belirtmeden geçemiyoruz: Çevre sorunlarını üretenler esasen bir avuç dünya tekeli ve emperyalist devletken, bunun acımasız sonuçlarına en fazla maruz kalanlar özellikle mali-ekonomik sömürgelerde yaşayan halklardır. Örneğin 2017’de yayınlanan verilere göre, sera gazı karbondioksitin emisyonlarında yüzde 75,26’lık pay G20 ülkelerine aittir, ki bunlar içinde sadece Çin ve ABD’nin ortak payı yüzde 37’dir.
Doğa yıkımının pek dikkate alınmayan bir başka sonucu ise göçtür. 2008-2017 arası, savaşlar nedeniyle göç edenlerin 2-3 katından fazla insan doğa felaketlerinden kaynaklı göç etmek zorunda kalmıştır. Belki birçok durumda iklim mültecileri devletler arası sınırları geçemedikleri için pek gündeme gelmemiştir. Greenpeace’in bir araştırmasına göre, her sene 25,4 milyon insan iklim felaketleri nedeniyle zorunlu göç etmektedir. 2008-2015 yıllar arasında sadece sellerden dolayı 110 milyon insan memleketlerini terk etmeye mecbur olmuştur.[7]
Artık burjuva kaynaklar bile doğa felaketlerinin bizzat mevcut sistemden kaynaklandığını inkar edemiyorlar. 2016’da yayınlanan yedi farklı araştırmanın sonuçlarına bakılırsa, ilgili uzmanların yüzde 90’ından fazlası küresel ısınmanın suçlusunun insan olduğunu ifade ediyor. Kuşkusuz burada “insan” yanıtını “kapitalizm” diye düzeltmek gerekiyor.
Doğayı Krize Sokan Fail Besbelli
Doğanın Diyalektiği yapıtında Engels, insanın hayvandan farklı olarak doğaya belli bir amaçla müdahil olduğunu, doğada kendi amacına hizmet edecek dönüşümler gerçekleştirdiğini, fakat çoğu durumda bunların daha sonraki etkilerini hiç de kestiremediğini ve büyük yıkımlara yol açtığını birçok örnekle ortaya koyar. Engels, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi tarif ederken, insanın “doğaya hiç de yabancı bir halk üzerinde egemenlik kuran bir fatih gibi, doğanın dışında duran biri gibi egemen olmadığımızı, etimiz, kanımız ve beynimizle doğanın bir parçası olduğumuzu, onun tam ortasında durduğumuzu ve onun üzerindeki bütün egemenliğimizin de, öteki varlıklardan farklı olarak, onun yasalarını anlama ve doğru uygulama avantajına sahip olmamızdan ibaret olduğunu”[8] belirtir. Devamla, “bu yasaları çözdüğümüz ve müdahalemizin uzun vadeli sonuçlarını anladığımız ölçüde, insanlar doğayla birlik olduklarını sadece sezmekle kalmayacaklar, bunun bilincine de varacaklardır; ve düşünce ile madde, doğa ile insan, ruh ile beden arasında bir çelişkinin olduğu bu saçmasapan ve doğal olmayan … fikir imkansızlaşacaktır” der.
Yani meseleye, ne doğayı boyunduruk altına almak, ne de onu bugün bazı “biyomerkezci” akımların yaptıkları gibi “kötü insan”dan korumak çerçevesinde yaklaşılabilir. Mesele, insanın bizzat bir parçasını oluşturduğu doğayla uyum içinde ve yaratıcı bir birliktelik halinde yaşaması, doğa yasalarını dikkate alarak kısa ve uzun vadede insanlığın gelişim ihtiyaçlarını karşılamasıdır. Fakat Engels’in de devamında dediği gibi, bunun için doğa yasalarını anlamak yetmez, mevcut üretim tarzını ve bütün toplumsal düzeni altüst etmek gerekir. Çünkü kapitalist üretim tarzı bununla temelden çelişir. Kardan başka bir amaç tanımayan tek tek kapitalistler ve bir bütün olarak sermaye, doğaya kasasız bir “self-service” dükkanıymış gibi bakar ve tüm zenginliğin kaynakları olan emeği ve doğayı hırsla sömürmeye çalışır. Ne doğayla uyumun gerekleri ne de doğaya müdahalenin sonuçları sermayenin umurundadır. Yeter ki mal satılsın, kar getirsin! Kapitalist toplumda insan nasıl kendi emeğine yabancılaşıyorsa, doğaya da öyle yabancılaşması kaçınılmazdır.
Kapitalizmde her şey meta haline gelir, hatta bugün genetik materyaller (örneğin tohumlar) ve içme suyu bile çoktan özel mülkiyete dönüşmüştür. Yakında soluyacağımız havayı bize satmaya kalkışırlarsa, buna da şaşırmamak gerekir. Sermaye doğayı metalar biçiminde bölüp parçalar. Kapitalizmde gitgide bütün üretim, yani insanın doğaya müdahalesi de, kar amacına bağlanır. İnsanın da bir parçası olduğu doğanın durumu toplumsal ilişkiler bütününde egemen sınıfça önemsizleştirildiğinden, dünyadaki yaşamı tehlikeye sokan fosil yakıtlarının, hem de herkes bu tehlikeyi bilmesine rağmen, bir avuç güçlü petrol tekelinin karına kar katmak için kullanılmaya devam edilmesi tipinde örnekler durmaksızın yinelenir. Bugün iklim değişikliklerindeki sorun da, bunun maddi nedenlerini bilememekten ya da bilimsel çare bulamamaktan değil, tamamen, sermaye bölüklerinin rekabeti ve çıkarlarıyla belirlenen toplumsal ve siyasal ilişkilerin doğal çevreyi koruyacak yeterlilikte önlemlere engel teşkil etmesinden ileri gelmektedir.
Doğal çevreyi korumak, kişinin organik beslenmesiyle alakasızdır. Bireysel tutumlara indirgenen çözüm yolları, yani evdeki çöpü ayrıştırmak, arabaya biyoyakıt koymak ya da cep telefonunu güneş enerjisiyle doldurmak gibi tekil reformlar çoktan anlamsızlaşmıştır. Günümüzde dünyasal boyutlara varmış, birbirini karşılıklı koşullayan bir dizi faktörün kümelenmesinden oluşmuş doğa krizine, artık “sorumlu davranmak” ya da tek tek reformları dayatmakla ne yazık ki çözüm getirilemez.[9] Bu kriz ancak insanlığı ve doğayı mahveden, her şeyi kar hırsına tabi kılan kapitalist sistemin kökünü kazımakla aşılabilir.
Greenwashing Ve Timsah Gözyaşları
Doğanın yıkımı o kadar göze batıyor ki, artık sermaye temsilcileri de tepki vermek zorunda kalıyor. Çevre zirvelerinde edilen kutsal yeminler burjuva medyada en parlak şekilde servis ediliyor. Esasen yaygın demokratik protestolar sonucu alınan ve birçoğu kağıt üzerinde kalan kararlardan bazılarıyla, emperyalist ülkelerde ormanlar tekrar çoğalmaya veya nehirler ve hava biraz olsun temizlenmeye başladı. Mali-ekonomik sömürgelerde ise gidişatın tam tersi yönde olduğunu vurgulamalıyız tabii. Zira küçük yamalar çürüyen yarayı kapatamıyor. Burjuva “çözümler”, sorunu daha çok kaydırmaya ve yeni sıkıntılara neden oluyor. Örneğin, Londra’nın üzerindeki duman ağır sanayi üretimi taşındıkça azaldı, fakat daha beteri bugün Çin metropollerinin üzerini kapladı. Ya da kömürün yerine “temiz enerji” diye pazarlanan, fakat hiçbir şekilde tam güvenliği sağlanamayan nükleer enerjiye geçişin, yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktan başka bir anlama gelmediği fazlasıyla görüldü.
Yalın ekolojik gerçekler karşısında tümden inkar yolunu tutamayan burjuvazi, kafa karıştırmak amacıyla milyonları “iklim kuşkucuları”nın ceplerine akıtıyor. Bunların tek işi, sahte veriler ve yalan dolu yöntemlerle iklimdeki acil durumu tartışmalı kılmak ve sermaye tekellerinin yeni yatırımlarına yeşil ışık yakılmasını kolaylaştırmak. Şimdilerde pek moda olan benzer bir girişim ise “greenwashing”, yani ekolojik anlamda aklama. Buna göre, kar amaçlı projeler “çevre korumasına katkı” olarak sunuluyor ve üstelik tekellere böylelikle ek fonlar sağlanıyor. Sermayeye bu şekilde yeşil boya sürülmesinin bir örneği, çevreye son derece zararlı çöp yakma tesislerinin “çevre dostu” olarak ambalajlanması. En ünlü “greenwashing” temsilcilerden biri ABD’li burjuva siyasetçi Al Gore. Çünkü o, karbon ticareti sayesinde spekülatif sermayeye devasa kazanç getiren yeni bir Pazar alanı yarattı. Ve elbette, bunun karbon emisyonlarını azaltmakta pek bir etkisi olmadı. Kyoto Protokolü çerçevesinde yapılan sertifika ticareti de buna benzer bir örnek. Hindistan ve Çin’de HCFC-22 (hidrokloroflorokarbon) üretimi, sırf sonra imha ederken para kazanma hesabıyla, önce yüzde 25 artırıldı, zira bu gazın bir tonunu imha etmenin ödülü 140 bin euro idi.[10]
Emperyalist Küreselleşme Evresinde Ekolojik Kriz Aşılabilir Mi?
Kapitalist sistem azami kar hırsının tuzağında fiziksel yaşam koşullarının altını sürekli oyuyor ve durum gittikçe kontrolden çıkıyor. Sermaye açısından “bizden sonrası tufan” yaklaşımı yeni değil, ama bugün yeni olan şu ki, artık “bizden sonrası” kısmı ortadan kalktı, yani sermayenin ayakları şimdiden ıslanmayı başladı.
“On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu” kitabında David Harvey[11], doğa-sermaye çelişkisini de inceliyor. Çevre krizinin sermaye için ölümcül bir çelişki olup olmadığını soruyor ve bu yaygınlaşan fikre kuşkulu bakmaya götüren dört neden sayıyor: 1) Kapitalizmin ekolojik sıkıntılar tarihi uzun, fakat bunlar şimdiye dek hep çözülebildi ve “dünya battı batacak” söylentilerden hiçbiri gerçekleşmedi. 2) Doğa, sermaye birikim sürecinin bir bileşenidir; örneğin, bir bitkinin büyüyebilme marifeti karın ve yeniden yatırımın bir parçasıdır. 3) Sermaye, çevre sorunlarını büyük bir kazanç kaynağına çevirdi; çevre teknolojileri uluslararası finans piyasalarında önemli bir faktör oldu ve böylece doğayla metabolik ilişki birikim stratejisine dönüştürüldü. 4) Bir doğa felaketinin ortasında bile sermaye dönmeye ve birikmeye devam edebilir; doğa felaketleri sermayeye aynı zamanda yeni kar fırsatları sunar ve göreli artı nüfusu göz önünde tutan sermaye doğa yıkımından kaynaklı olası kitlesel kıyımları dert etmez.[12]
Bu argümanlara bir göz atalım. Harvey’nin de kabul ettiği gibi, yerküremizde bütün yaşamın henüz yok edilmemiş olması bunun gelecekte olmayacağına dair hiçbir güvence oluşturmaz. Zaten bu nitelikte süreçler tek bir defa yaşanır. Ayrıca burada basitçe “dünyanın batması” olayından çok, sermaye bugün doğayı gittikçe daha yoğun ve karmaşık biçimlerde etkileyen krizin üstesinden gelebilir mi yoksa sermaye-doğa çelişkisi emperyalist küreselleşme aşamasında sermeyenin ekolojik olarak da kendi sınırlarına dayanmışlığının bir ifadesi mi sorusu söz konusu edilmelidir.
Harvey’nin ikinci neden olarak belirttiği, doğanın sermayenin sirkülasyon ve birikim sürecinin bileşeni olması gerçeği, hiç de aynı sürecin antagonist bir çelişki barındırmasını dıştalamaz. Temelinde toplumsal üretim ile özel mülkiyet arasındaki karşıtlık yatan kapitalizm, zaten kendi “mezar kazıcısı” olan işçi sınıfını ortaya çıkarmış olmak gibi onulmaz bir çelişki barındırır. Sermaye-doğa ilişkisinde doğa tabi kılınandır, fakat bitkiler genetik manipülasyon, aşırı yağmur ya da kuraklıktan artık öngörüldüğü gibi büyümediklerinde, hatta son derece değişken koşullara nasıl tepki vereceklerini kestirmek artık imkansızlaştığında, onlardan kar koparma olanakları da eriyip gider.
Doğru, kapitalistler bize üç kafalı tavuğu veya doğrudan zehri de “gurmenin lezzet zirvesi” diye satmaya kalkışır, ama yer miyiz? Yani evrimin gelişim hızına bakıldığında sindirim sistemimizin iklim kadar hızlı değişmesi zor görünüyor, dolayısıyla kapitalizmin bu kadar “kontrolden çıkmış” ve daha da çıkacak bir doğayı sindirmesi imkansız duruyor. Kontrol edilebilecek ve hesaplanabilecek bir durum olmaktan çıkan çevre krizi, kara çevrilebilecek bir savaşa da benzemiyor, çünkü karşıda rüşvete gelen veya silah satın alan bir rakip değil, doğanın nesnel yasaları bulunuyor. Birbirini etkileyerek gelişen doğal felaketlerin her birinden ancak çok kısa vadede kar çıkarılır, fakat nihayetinde ekolojik yıkım koşulları sermaye yatırım fırsatlarını da aşırı sıcakta eritir veya seller altına bırakır.
Daha şimdiden sermaye için “değer kaybı” ciddi; denizlerde balık bulunmuyor, verimli topraklar çölleşiyor. Doğayı parçalayıp metalaştırmak sermayeyi doğaya hakim kılmıyor.
Sermaye sürekli en karlı yatırım dallarının peşinde koşar ve çevre teknolojileri de elbette bu kuralın istisnası değildir. Fakat, düşük karlılık nedeniyle üretken yatırımdan gittikçe koparak spekülasyonda yoğunlaşma gerçeği şimdilik şurada dursun, sermayenin çevreyi koruma değil salt kar odaklı yatırım karakteristiği bugünün karını yarının her şeyinden üstün tutmak anlamına geldiğinden, çevre krizini durdurma kudretinde bir yatırım dalları önceliği hiçbir zaman ortaya çıkmayacaktır. Başka bir deyişle, enerji kaynağı olarak petrol rüzgardan çok kar getirdiği sürece, son damlasına kadar yakılacaktır. Bilimsel araştırmalara ve bilimin üretime uygulanışına kapitalist mantık yön verdikçe, çevreye zararsız teknolojiler, tıpkı robotun tümüyle canlı emeğin yerini almasının olanaksızlığı gibi, üretimde egemen hale gelmeyecektir.
Sermayenin Dayandığı Sınırlar
Sermayenin tarihinde bilimsel-teknik devrimler ekonominin canlanmasında katalizör olmuştu. Temel enerji kaynağı olarak petrol devreye girdiğinde, otomobil[13] dünya pazarını fethedip krizle boğuşan ekonomiye adeta ilaç gibi gelmişti. Ardından da genel bir otomatizasyon sıçramasına zemin hazırlamıştı. Bugün benzer bir gelişme, yani süreğen durgunluğa yakalanmış kapitalist ekonomide reel bir canlanma, örneğin toptan elektro arabaya veya güneş enerjisine geçişle sağlanabilir mi? Farz edelim ki, sadece elektrikle çalışan araba yanmalı motoru ıskartaya çıkarıp ve son engelleri de aşıp dünya pazarına hakim olsun. Kuşkusuz bu, çaresizce yeni pazarlar ve karlı yatırım dalları arayan sermaye için küçümsenemez bir gelişme olur. Bugün hayli güçlü olan büyük otomobil ve petrol tekellerinin direnişinin dindirilmesi ve üretici güçlerde belirli bir yenilenmeyi de getirecek böyle bir hamlenin gerçekleştirilmesi hiç de imkansız sayılamaz. Fakat günümüzün emperyalist küreselleşme dünyasında, bu türden yenilenme hamlelerinin sermayeye nefes aldırıcı etkisini sınırlandıran ve birbirini koşullayan iki temel faktör çoktandır sahnede: Bir yandan, ekonominin bütününde reel üretimin payı otomobil atağı döneminde olduğu kadar büyük değil artık. Diğer yandan, fazla sermayenin miktarı öyle aşırı boyutlara vardı ki, herhangi bir yeni üretken yatırım dalı bu kronik aşırılığı emebilme kapasitesinde olamaz. Bu yüzdendir ki, yeni teknolojilerle yaratılacak yeni yatırım dalları ve piyasa katmanları, bugün sermaye ilişkilerinin tıkanmışlığına nitel değil yalnızca nicel etkide bulunabilir. Ve teknolojik devinim ateşi büyük oranda sönmüş sermayenin “yeşil teknoloji”ye yatırım yapma itkisi de artık öyle güçlü ortaya çıkamaz.
David Harvey’nin düşündüğü gibi ekolojik sorunların aşılabilmesi için, sermayenin kendi doğasına aykırı özelliklere sahip olması gerekir. Artık küresel niteliğe sahip olan ve her unsuru doğrudan diğerine bağlı bulunan çevre krizi, dünya çapında koordine edilmiş, planlı ve uzun vadeli bir müdahaleyi şart koşuyor. Oysa, tek bir şirket plana göre üretim yaparken ve ama toplumsal çapta üretim anarşisi ve rekabet kapitalist ekonomin kesin yasaları olarak hükmünü sürdürürken, sermayenin planlı ve koordineli bir tarzda ekolojik krize müdahale etmesinin herhangi bir nesnel zemini yok.
Emperyalist küreselleşme evresinde aşırı şiddetlenmiş rekabet ve kar oranlarındaki düşüş, sermayeyi, sadece insanları değil, bütün doğayı da acımasızca sömürmeye itiyor. “Refah devleti” döneminde çevre hareketinin talepleriyle uzlaşabilen bir reform kapasitesi geliştirilmişken, bugün sermaye açısından ekolojik tedbirler gibi “ek giderler” için bir marj kalmamış durumda.[14] Sermayenin, düşük kar oranlarından dolayı üretimden geri çekildiği, taşıdığı vergi yükünü sırtından atmanın yollarına baktığı, başlıca kamusal hizmetleri dahi gittikçe piyasalaştırdığı bir zamanda, çevre koruma tedbirleri için yeni sabit sermaye yatırımlarına yöneltilmesi ya da yeni vergilere bağlanması toplumsal düzeyde artık mümkün görünmüyor. Güçlü çevre hareketleri tekil sermaye tekelini çevre koruma tedbirleri almaya veya burjuva devleti belirli bir çevre sorununa müdahale etmeye zorladığında dahi, böyle tedbir ve müdahalelerin toplumsal düzeyde genelleşmesinin yolu açılmıyor.
Sermayenin doğal kaynakları talan etme özelliği yeni değil. Eskiden sermaye, bir yerdeki kaynak tükenince ya da zamanında Brezilya’daki kahve ekiminde olduğu gibi artık toprak verimsizleşince, çekip başka yerlere giderdi. Fakat bugün artık öyle el değmemiş topraklar neredeyse kalmadı, ya kutupların altında ya da okyanusların derinliğinde yatan yeni doğal kaynaklarsa ancak ekolojik bakımdan son derece zararlı yöntemlerle çıkarılabilir ki bu da ekolojik krizin kesinleşmesine yol açar. Bu anlamda da sermayenin genişlemesi dünyanın fiziki sınırlarına çarpmaya başladı.
Tamamen haklı olarak Harvey, sermayenin doğayı metalaştırmaktan ve özel mülkiyet haklarına bölmekten istese de vazgeçemeyeceğini söyler. Ve bundan da, çevre hareketinin, eğer salt makyajvari değişikliklerin ötesine geçmek istiyorsa, bugün artık antikapitalist bir karaktere sahip olması gerektiği sonucunu çıkarır. Fakat Harvey, bizim de katıldığımız bu sonuçla tutarsızlık gösteren bir şekilde, sermayenin doğayla ilişkisindeki içsel çelişkiyi yönetme kapasitesini yitirdiğinin ileri sürülemeyeceği görüşündedir. Meseleye böyle yaklaştığı için de, bugünkü ekolojik krizin öznel ve dolayısıyla değişebilecek kararlara bağlı olmanın ötesinde sermayenin nesnel bir çıkmazı olduğunu yeterince göremez. Şu politikaya, bu kurumsal düzenlemeye ya da o ideolojik argümana bağlı olarak değil, doğrudan kendi doğasından kaynaklanan bir eğilimle sermayenin, kendisini dahi yok etme riski biriktiren ekolojik krizi durduramayacak oluşu söz konusudur burada. “Eğer sermaye-doğa ilişkisinde ciddi bir sorun varsa, sermayenin dışında değil içinde gelişen bir çelişkidir bu” diyen ve sermayenin ekosistemini içten içe ilerleyen kanserli çürümeler toplamına benzeten Harvey, tam da buradan yapılabilecek teorik çıkarsamayı yapamaz ve yerinde sayar: “Sermayenin kendi ekosistemini yıkma gücüne sahip olduğunu iddia edip de, onun kendisini pisliklerden çıkarma ve iç çelişkilerini çözme veya en azından dengeleme potansiyeline sahip olduğunu aynı zamanda öyle kolay inkar edemeyiz.”[15] Ama niye?!
Kimsenin ekolojik kriz nedeniyle yarın sermayenin kendi kendine çökeceğini iddia ettiği yok, ancak çevre konusunda da “ya sosyalizm ya barbarlık” ifadesindeki yol ayrımına gelindiği, azami kar için üretimin dünyasal-fiziksel yıkım sınırlarına hızla yaklaşmakta olduğu gerçeği gün geçtikçe belirginleşiyor. Artık ekolojik kriz kapitalizm için varoluşsal bir nitelik kazanmış durumda.
Harvey, her ne kadar ekolojik krizin varoluşsal niteliğini kabul etmese de, kendi bakışına göre sermaye ve doğa arasındaki çelişkili metabolizmada sermayenin geleceğini tehdit edebilecek iki neden sayar. İlkin, rantiye sınıfının, yani toprağı ve doğal zenginlikleri elde tutan ama üretimle zerre kadar ilgilenmeyenlerin büyüyen gücüne vurgu yapar. Çünkü, der Harvey, böylece üretici sermayenin zararına tekelci rantlar elde edilir, nihayetinde kar oranı sıfıra doğru indirilir ve tabii bununla beraber yeniden yatırım saiki de. Yani onun tezine göre, rantiyeler doğa güçlerini mülk edinerek ve sermaye ile doğanın çelişkili birliği olan kapitalist ekosistemde kilit mevzileri işgal ederek üretici sermayeyi boğarlar.[16]
Harvey, ikinci neden olarak, sermayenin insan doğasıyla ve doğanın bütünüyle aşırı ölçüde yabancılaştırıcı ilişkisinden ve bunun neden olabileceği isyandan söz eder. Ona göre, doğal dünyayı meta formuna bürünmeye zorlayarak meydana getirilen yıkım, doğa güçlerinin artık sermaye için yararlı olmaktan çıkmasından daha derin bir anlam taşır; böylece asıl yıkılan, insan doğasıdır, sermayenin dikte ettiğinden farklı bir tarzda insan olabilme yeteneğidir. Harvey’nin sözleriyle, “Doğanın ve insan doğasının salt metaya indirgenmesinde yatan insanlıkdışılığa karşı hümanist bir isyanın tohumları ekilmektedir.”[17]
Harvey’nin altını çizdiği her iki boyut da isabetlidir, fakat sermaye açısından ekolojik kriz onun düşündüğünden daha derin ve daha çözümsüzdür.
Sonu Gelmesin Diye Son Sözü Biz Söylemeliyiz
Uzun yıllar boyunca çevre sorunları küçük burjuva reformizminin politik oyun sahası gibi algılandı. Hatta işçi sınıfı, mesela maden sektöründe “işyerlerinizi yok etmek istiyorlar” söylemiyle işsizlik sopası kullanılarak, çevre hareketleriyle karşı karşıya getirilmeye çalışıldı. Fakat gitgide ekolojik kriz dolaysız olarak milyonlarca insan için ölüm kalım meselesine dönüştü.
Vardığımız noktada, artık sistem içi çözümlerin nesnel zemini kalmadı. Sadece, doğa ve insanın uyumlu birliğine dayanan, burjuvaların karlarını değil insanların ihtiyaçlarını esas alan, kaos ve rekabet değil plan ve orantı üzerine inşa edilen, yaratıcılığı kapitalist mantığın prangalarından kurtaran ve yeni ekolojik teknolojilerin kullanımının önünü tam anlamıyla açan bir sosyalist sistem mevcut ekolojik krize gerçek çözümler bulabilir.
Devrimci hareketin çevre sorununa uzun süre hak ettiği ilgiyi gösterdiği söylenemez. Bu, nedenleri bir yana, kesinlikle hemen son vermemiz gereken bir durumdur.
Sermaye ile doğa arasındaki çelişki, bugün sınıf mücadelesinin gayet somut ve bütün ezilenlerin hayatını acı biçimde etkileyen, üstelik yeni antikapitalist dinamikler doğuran en önemli konularından birine dönüşmüş vaziyette. Bu, Gezi ayaklanmasının fünyesine dönüşen ağaç kesimine karşı direnişe veya Karadeniz’de HES’lere karşı militan halk hareketlerine bakıldığında da, kadınların ve özellikle gençlerin ekolojik gündemlere artan ilgilerine dikkat edildiğinde de rahatlıkla görülebilecek bir gelişme. Demek ki, insanlığın varoluşsal çıkarlarının günümüzde sermayenin amansız kar mantığıyla ne derecede çatıştığını en çıplak şekliyle ortaya koyan çevre sorunu etrafında, faşist diktatörlüğe ve kapitalist sisteme karşı bir mücadele fırtınası estirilebilir.
Son yıllarda sayıları hızla artan “marksist ekolojistler” veya “ekolojist marksistler” de, ekolojik krizin ancak antikapitalist bir çözümle aşılabileceği gerçeğinin bilinç biçimlerinde kendini gösteren bir yansımasıdır.
Sosyolog Ted Benton, felsefeci André Gorz ve ekonomist James O’Connor’ın da temsilcileri arasında bulunduğu ekososyalizm, 1980’li yıllarda yeni bir akım olarak ortaya çıkmıştı. O dönemde daha ziyade marksizmin konuya yeterli ilgi göstermediğine dair eleştiri ön plandayken, 1990’lı yılların sonuna doğru etkinlik kazanan Paul Burkett ve John Bellamy Foster[18] gibi “ekolojist marksistler” ise, Marks’ın ortaya koyduğu politik ekonomi eleştirisindeki ekolojik bağlama ve Engels’in ekolojik alanda sunduğu değerli katkılara işaret edip, marksist teorinin perspektifinden kapitalizme karşı ekolojik mücadele görüşleri geliştirmeye yoğunlaştılar. Vandana Shiva gibi ekofeministlerden etkilenmiş olan Judi Bari gibiler de, devrim ve sosyalizm çizgisine belirgin bir yaklaşmaya şunları ifade ettiler: “Hedeflerinde ciddi olan ekolojistler devrimci olmalıdır.” “Sosyalizmin başlıca amaçlarından biri ‘kar için değil kullanım için üretim’dir. Bu nedenle, kapitalizmde olduğu gibi sosyalist sistemde bir dengesizliğin oluşacağından söz edilemez ve bu nedenle, yeryüzünü tahrip etmeyecek sosyalist bir yapının kurulabileceğine inanıyorum.”[19]
Günümüzde işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci hareketlerinde ekoloji artık vazgeçilmez bir gündem haline geliyor. Ve daha önemlisi, bu sorunun ancak antikapitalist bir devrimle çözülebileceği bilinci her geçen gün güçleniyor. Kapitalizm insanlığın sonunu getirmeden, kapitalizmi alt etme mücadelemizle dünyamıza biz sahip çıkalım.
Dipnotlar
[1] Ekim 2017’de BBC tarafından yayınlanan resmi bir rapora göre, 2016’nın en tehlikeli ürünler listesinde Türkiye üretimli biberler “yüksek derecede böcek ilacı kalıntısı” nedeniyle dördüncü sırada yer alıyor. Afiyet olsun!
[2] Yunanca biyos hayat, sfayra ise küre anlamına gelir.
[3] Anti-Dühring, Friedrich Engels, MEW Bd. 20, s. 75 (Anti-Dühring, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 1995)
[4] 1987’de Montreal Protokolü imzalandı, fakat birçok ülke anlaşmanın dışında kaldı ve tekeller zararlı gazları kara çevirmekten geri durmadı. Ancak 2010 yılında son ülkeler de yasaklama kararına katıldı, fakat yasaklanan gazların yerine üretilen yeni gazlar çoktan piyasaya çıkmıştı.
[5] Atmosferde artan karbondioksitten dolayı denizlerin pH değerinin düşmesine “ekşime” denir.
[6] Akt. Katastrophenalarm! Was tun gegen die mutwillige Zerstörung der Einheit von Mensch und Natur?, Stefan Engel, Verlag Neuer Weg, Juni 2014, s. 211
[7] Akt. Klimawandel, Migration und Vertreibung, Greenpeace, Mai 2017
[8] Dialektik der Natur, Friedrich Engels, MEW Bd. 20, s. 472 (Doğanın Diyalektiği, çev. Arif Gelen, Sol Yayınları, 1991)
[9] Bu elbette devrime tabi kılınmış reformlar için mücadeleyi önemsiz kılmaz, tam tersine, ekolojik alanda güncel politik talepler formüle etmek ve bunun için mücadele yürütmek önemli bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
[10] Akt. Katastrophenalarm, s. 96-97
[11] David Harvey: İngiliz coğrafya ve antropoloji profesörü, eleştirel siyasal iktisatçı.
[12] Seventeen Contradictions and The End of Capitalism, David Harvey, Profile Books, 2014, s. 246-250 (On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, çev. Esin Soğancılar, Sel Yayıncılık, 2015)
[13] Bu arada geçerken belirtelim: otomobilin gelişiminde bir kadının (Berta Benz) çok büyük katkıları olmuştur.
[14] Kapitalizminin varoluşsal krizi hakkında daha fazla bilgi için şu kaynaklara başvurun: “Kapitalizmin Varoluşsal Krizi”, Arif Çelebi ve “Varoluşsal Krizin Ekonomik Maddi Temeli”, Sema Duru Boran, Marksist Teori, sayı 25, Mart-Nisan 2017
[15] Harvey, s. 259
[16] Harvey, s. 260-261
[17] Harvey, s. 262-263
[18] John Bellamy Foster: Monthly Review’ın editörü ve sosyoloji profesörü. Türkçede “Marx’ın Ekolojisi” (çev. Ercüment Özkaya, Epos Yayınları, 2001) adıyla yayınlanan kitabı, ekolojist marksistlerin önemli eserleri arasındadır.
[19] Devrimci Ekoloji Biyomerkezcilik ve Derin Ekoloji, Judi Bari, çev. Anahid Hazaryan, Teori ve Politika, sayı 31
Marksist Teori, Sayı 30 / Ocak-Şubat 2018