Selçuk Ulu, Alınteri Gazetesi
Türkiye’deki çevre/ekoloji hareketinin temel ve acil sorunlarını nasıl tanımlıyorsunuz? Bugüne kadar neler eksik yapıldı? Neleri düzeltmeyi ve/ya geliştirmeyi planlıyorsunuz? Ekoloji mücadelesinde Parti’nin rolünü nasıl tanımlıyorsunuz?
Sosyalist hareket, kadın sorununda olduğu gibi çevre/ekoloji mücadelesi konusunda da uzun yıllar kayıtsız kaldı. Daha doğrusu bu sorunların çözümünü devrim sonrasına erteleyen, çevre/ekoloji mücadelesinin emek hareketiyle ilişkisini, sorunun güncelliğini/yakıcılığını ıskalayan zaaflı bir yaklaşımla hareket etti. Biz de bu zaaftan azade değiliz. Bugün bu konularda bıraktığımız boşlukları kapatıp, gecikmişliğimizi telafi etme ısrar ve çabası içindeyiz.
Sosyalist hareketin bu zaaflı tutumunun çevre ve ekoloji mücadelesine olumsuz etkileri olmuştur. Çünkü çevre sorunları, kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan ve sınıf mücadelesi ile iç içe geçmiş bir dizi sorunu içermektedir. Doğal kaynakların vahşice sömürülmesi, doğanın yıkımı, iklim değişikliği gibi sorunlar, tüm insanlığın ve onun bir parçası olan işçi sınıfının yaşam koşullarını derinden etkilemektedir. İnsan eliyle gerçekleştirilen doğa yıkımının ve iklim krizinin sonuçları giderek daha fazla geri döndürülemez bir karakter kazanmıştır. Bu nedenle, sosyalist hareketin çevre ve ekoloji mücadelesinde çok daha aktif ve etkili bir rol oynaması gerekmektedir.
Türkiye’deki çevre/ekoloji hareketinin temel sorunlarının başında sorunu sistem odaklı değil konu odaklı, bu anlamda parçayla sınırlı algılamanın ötesine hala geçememiş olması geliyor. Sadece çevre ve iklim sorunlarıyla odaklanan bir yaklaşımla hareket etmek kendi içinde yeni kırılmaları beraberinde getiriyor. Batı bölgelerinde doğanın yıkımına gösterilen tepkilerin, Kürt illerindeki yıkımlar karşısında gösterilmemesini buna örnek verebiliriz. Parçayla sınırlı yaklaşım, sermaye ve iktidarın kâr odaklı politikalarının doğaya ve çevreye verdiği zararı frenleyip engellemekte yetersiz kalmaktan kurtulamaz. Çevre sorunları, kapitalizmin doğası gereği ekonomik büyüme ve kâr hırsıyla çatışır. Bu nedenle, çevre/ekoloji mücadelesi, sadece çevresel sorunların yüzeyini kazımakla kalmamalı, aynı zamanda kapitalizmin temel yapısal sorunlarına karşı çıkmalıdır. Diğer yandan bu onun işçi sınıfı ve emek hareketiyle buluşması, içerdenleşmesi sorununun da anahtarıdır.
Bu alandaki eksikliklerden biri de çevre mücadelesinin bölünmüş ve parçalanmış olmasıdır. Bu parçalanmışlık farklı ekolojik/çevresel sorunlarla ilgilenen gruplar arasında koordinasyon eksikliği ve işbirliği zorluğu yaratıyor. Ayrıca, uzun bir süre çevre/ekoloji hareketi genellikle şehir merkezlerine odaklanmış ve kırsal bölgelerdeki ekolojik sorunlara yeterince dikkat göstermemiştir.
Türkiye’deki çevre/ekoloji hareketinin daha etkili olabilmesi için başta şunlara yönelinmelidir:
Çevre/ekoloji mücadelesi, emperyalist kapitalizme karşı sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak ele alınmalıdır. Emperyalist kapitalizmin, sermayenin doğaya verdiği zarar bir bütün olarak insanlığın geleceğini de karartacak boyutlar kazandı. Bu nedenle sorun emek sermaye uzlaşmaz çelişkisi temelinde ele alınıp savaşım bu yaklaşım ekseninde yürütülmek zorundadır.
Türkiye’de kapitalizmin talan ettiği büyük bir kırsal nüfus var ve bu bölgelerdeki ekolojik sorunlar sıklıkla göz ardı ediliyor. Çevre hareketi, kırsal bölgelerdeki çiftçiler, köylüler ve yerel halkla işbirliği yaparak bu sorunlara daha fazla dikkat göstermelidir.
Öte yandan Marksist bir perspektiften, toplumsal bilinçlendirme çok önemlidir. İnsanlar, kapitalizmin doğaya ve topluma verdiği zararları, yıkımı anladıklarında bir bütün olarak kapitalist sistemi sorgulamaya yönelecektir. Dolayısıyla bu bilinç, çevre/ekoloji mücadelesinin doğru bir eksende yürütülmesi için işlevsel bir yönelim kazandıracaktır.
Bizim kendi adımıza çıkardığımız derslerden biri de şudur: Kapitalizme karşı devrim mücadelesini örgütleme iddiasını taşıyan parti, bu mücadelenin çevre/ekoloji düzleminde de kendisini sadece ‘destek’ gücü olarak gören sınırlı ve eğreti bir teğellenme ilişkisiyle yetinmemeli, bu mücadelenin öznesi olarak hareket etmeyi esas almalıdır. Parti ekoloji hareketine sistem karşıtı temelde yön kazandırma misyonunu oynamalıdır. Fakat bu öncülük iddiası mücadelenin bu cephesinin özgünlüğünü ve özerkliğini göz ardı eden bir emir kumanda ve tabiyet ilişkisi şeklinde anlaşılmamalıdır.
Parti, çevresel sorunların sınıf temelli bir çerçevede ele alınması için çaba sarf etmelidir. Çevre/ekoloji mücadelesine bu temelde ideolojik/politik bir perspektif kazandırma çabasına girmeli, çevresel/ekolojik politikaların belirlenmesinde etkili bir rol oynamalıdır.
En son Akbelen Direnişi’nde de yaşadığımız gibi, ekoloji mücadelesi ile emekçilerin çıkarları sürekli karşı karşıya getiriliyor. Sermayenin çıkarlarını korumayı esas olan sendikalar da bunu ekoloji mücadelesine karşı bir araç olarak kullanıyor. Diğer taraftan sınıf mücadelesi ile ekoloji mücadelesinin ortaklığını kurmak için işçi sınıfına “adil geçiş/dönüşüm”, “iklim dostu işler” öneriliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Her şeyden önce emeğin kurtuluş mücadelesiyle iklim ve çevre krizine karşı mücadeleyi birbirinin karşısına çıkaran anlayış ile her iki cephede de mücadele etmek gerekir. Çevre/ekoloji mücadelesi ile işçi ve emekçilerin çıkarları birbirlerinin karşıtı değildir, dolayısıyla birbirini öteleyen manipülatif yaklaşım ve propagandaların etkilerinin kırılması için daha etkili bir uğraş verilmelidir. Bu ikisi arasında birbirini besleyen özdeş bir mücadele hattı için kafa yorulmalı, bu doğrultuda pratik adımlar atılmalıdır.
Marksist-Leninist perspektif, emek sermaye çelişkisi ekseninde sınıf mücadelesini esas alırken, çevre/ekoloji mücadelesini bunun temel bileşenlerinden biri olarak görür. Burjuvazinin çıkarları ile işçi sınıfının çıkarları arasında uzlaşmaz bir çatışma vardır. Burjuvazi, sınırsız bir sömürüyle kâr elde etmek ve kendini büyütmek için emeği insafsızca sömürmenin yanı sıra doğal kaynakları talan etmek durumundadır. Bu, doğal çevreye, biyoçeşitliliğe zarar veren ve önü alınamayan iklim değişikliğine neden olur. Bu endüstriyel süreç giderek evrenin çöküşünü hızlandıran bir boyut kazanmıştır. Aynı zamanda, işçi sınıfı bu endüstrilerde çalışanlar olarak, bu süreçlerin zararlı etkilerini en fazla hissedip aynı zamanda yaşayanlardır. İşçiler, iş güvenliği, sağlık koşulları ve bir bütün olarak yaşamsal ihtiyaçları açısından bu yıkım ve talandan birebir etkilenirler.
Dolayısıyla işçi sınıfının ve ekoloji mücadelesinin arasında bir karşıtlık söz konusu değildir. Akbelen’de olduğu gibi çatışma eğilimini körükleyip, emekçileri karşı karşıya getiren kapitalist barbarlık anlayışıdır, burjuvazinin klasik böl-yönet taktiğidir. Öyle ki bu barbarlık burjuva anlamda bir tarım politikası gütmekten bile yoksun olarak, tarım alanlarını maden sahalarıyla yıkıma uğratıp, buradaki köylüleri işçileştirerek emekçiler arasında bir düşmanlaşma gütmektedir. Bunu tersine çevirmek mümkündür fakat bu “adil geçiş/dönüşüm” ve “iklim dostu işler” gibi kavramsal çerçevelerle ifade edilen liberal burjuva yaklaşımlarla mümkün değil.
Bu yaklaşımlar, ekoloji mücadelesini işçi sınıfının çıkarlarıyla uyumlu hale getirmek şurada dursun kapitalizme karşı savaşımı zayıflatan bir rol oynamaktadır. Bunlar öz olarak ‘düzeltilmiş kapitalizm’ peşinde koşmaktır. Bu nedenle, işçi sınıfı ve ekoloji hareketinin birlikte çalışarak güçlerini birleştirmesinin ve politik olarak etkin bir şekilde örgütlenmesinin önünü açmak için “emeğin ve doğanın korunması” doğrultusundaki taleplerle anti-kapitalist bir eksenin inşa edilmesine yoğunlaşılmalıdır.
Kapitalist politik ekonomi, yeniden üretim işini emek-dışı-değersiz etkinlik olarak görüyor. Yeniden üretim emeği ve onun ekolojik potansiyeli sizin için ne ifade ediyor, sınıf mücadelesinin neresinde duruyor?
Yeniden üretim emeği, bir toplumun iş gücünün devamlılığını sağlayan temel işlerin yapılmasını içerir. Ev işleri, bakım işleri, gıda üretimi ve benzeri faaliyetler, bu kapsamda değerlendirilir. Burjuva kapitalist ekonomi, bu emeği değersiz olarak kabul eder, çünkü ona göre bu faaliyet mal ve hizmet üretimi ile doğrudan ilgili değildir.
Soruda sizin de altını çizdiğiniz gibi, kapitalist toplumda, yeniden üretim işini emek-dışı-değersiz bir etkinlik olarak görmekte ve bu, sistemin temel bir paradigması haline gelmiştir. Ancak yeniden üretim emeği ve onun ekolojik potansiyeli, sınıf mücadelesi açısından derinlemesine bir öneme sahiptir.
Yeniden üretim emeği, aile içinde ve toplumsal düzeyde gerçekleştirilir ve genellikle kadınların omuzundadır. Bu emek, insanların yaşamını sürdürebilmeleri için gerekli olan temel hizmetleri ve bakımı içerir. Ancak bu emek, genellikle hiç ücret almadan yada çok düşük ücretle yapılır ve her durumda hak ettiği karşılığı bulmaz. Bu durum cinsiyet eşitsizliğini ve ekonomik eşitsizliği derinleştirir.
Yeniden üretim emeği, ekolojik potansiyele de sahiptir. Doğa ile uyumlu bir şekilde yapıldığında bu emek çevresel sürdürülebilirliği destekler. Örneğin, ev bahçeciliği ve organik tarım, gıda üretiminin ekolojik karakterde sürdürülmesini sağlar. Aynı zamanda, bakım işleri doğal kaynakların korunmasına ve toplumun ekolojik dengeyi sürdürebilmesine yardımcı olur.
Geleneksel sosyalist ve komünist hareketler genellikle işçi sınıfının ekonomik ve politik taleplerine odaklanırken, yeniden üretim emeği ve ekolojik potansiyeli yeteri kadar önemsememişlerdir. Oysa bunlar sınıf mücadelesinin daha geniş bir perspektiften ele alınmasının gerekliliğidir. Yeniden üretim emeği, ekonomik sınırların ötesine geçerek toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve çevre/ekoloji yıkımı gibi konularla da iç içe geçmektedir.
Yeniden üretim emeği ve ekolojik potansiyeli de dikkate alarak, daha kapsamlı bir toplumsal dönüşümün ancak kapitalizme karşı savaşımla mümkün olduğu gerçekliği üzerinden atlamayan bir sınıf savaşımı yaklaşımına ihtiyaç var. Bu, yeniden üretim işlerinin ekonomik olarak değerli kabul edilmesi, cinsiyet eşitsizliğinin azaltılması ve ekolojik sürdürülebilirliğin sağlanması için savaşımı da zorunlu kılar.
Birkaç yıl önce Greta Thunberg’in “Cuma grevleri” ile başlayan ve gençlerin büyük katılımına sahne olan Batı merkezli iklim hareketi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu hareketin Türkiye gibi ülkelerde –Batı’daki kadar- kitlesel karşılık bulamamasının nedeni sizce nedir? Diğer taraftan bu hareketlere hâkim olan “önce iklimi kurtaralım, sonra sistemi değiştiririz” anlayış hakkında ne düşünüyorsunuz?
Greta Thunberg’in Cuma grevleri ile başlayan ve gençlerin büyük katılımına sahne olan iklim hareketi, son yılların en dikkat çekici sosyal hareketlerinden biri haline geldi. Bu hareket, iklim değişikliği ile mücadele konusunda farkındalık yaratmayı amaçlayan ve gençlerin sesini dünya sahnesine taşıyan bir hareket olarak öne çıkıyor. Bu yönüyle sorunu popülerleştirdi, sıradan insanların bile görüş alanına soktu ama her popüler çıkış gibi sorunun nedenlerini ve hedeflerini daraltıp çerçevesini sınırlandırıcı olumsuz bir işlevi de oldu.
İklim hareketinin Batı merkezli olması birkaç temel nedene dayanmaktadır. İlk olarak, Batı ülkeleri endüstrileşme süreçlerini uzun yıllar önce tamamlamış ve fosil yakıtlara dayalı enerji üretimine büyük ölçüde bağımlı hale gelmiştir. Bu nedenle, bu ülkelerde iklim değişikliği sorununu ele almak daha acil bir mesele haline gelmiştir. İkincisi, Batı ülkeleri sömürge ve yarı sömürge olan ülkelere göre genellikle bir tık daha yüksek yaşam standartlarına sahiptir ve bu, iklim değişikliğinin etkilerini hisseden orta sınıflarda geleceğe dair büyük bir endişe yaratmaktadır.
Ayrıca Batı ülkeleri sivil toplum kuruluşları, bilim insanları ve genç aktivistler gibi çeşitli paydaşları bünyesinde barındırma ve bu harekete destek sağlama konusunda daha fazla kaynak ve altyapıya sahiptir. Bu nedenle Greta Thunberg gibi genç aktivistlerin bu ülkelerden çıkması ve harekete liderlik etmesi sürpriz değildir.
Türkiye gibi bağımlı kapitalist ülkelerde iklim hareketinin Batı’daki kadar kitlesel bir karşılık bulamamasının temel nedeni sınıf mücadelesinin tarihsel gelişim seyrindeki farklılıklarla birlikte oluşan toplumsal bilinç düzeyidir. Diğer yandan bu ülkelerdeki emekçiler daha fazla temel ihtiyaçlarını karşılama mücadelesi içinde oldukları için, iklim değişikliği sorunu görüş alanlarına girmekte geri planda kalabiliyor.
İklim hareketlerinin birçoğu, “Önce iklimi kurtaralım, sonra sistemi değiştiririz” anlayışını benimsemektedir. Bu yaklaşım, mevcut ekonomik ve politik sistemin iklim değişikliğinin temel nedeni olduğunu kabul eder, ancak öncelikli olarak iklimi korumaya odaklanır. Fakat bu eksik bir yaklaşımdır. Sistemi değiştirme/devirme savaşımının olmadığı, tüm alanlardaki mücadelelerin bunun bir parçası haline getirilmediği yerde onun neden olduğu yıkımların sınırlandırılması çok olanaklı değildir. Fakat bunun tersi olan “Önce sistemi değiştirelim, sonra iklimi kurtarırız” yaklaşımı da doğru olmadığı gibi erteleyicidir. Ezilen cins ve kimlik mücadelelerinde olduğu gibi çevre/ekoloji sorunu da devrim sonrasına ertelenecek bir mesele değildir. İşçi sınıfı öncülüğünde örgütlenen sınıf savaşımı, bu alanları savaşımın bir parçası, bu dinamikleri devrimin temel ittifak güçleri arasında görmesi zorunludur.
Egemenlerin Paris iklim anlaşması, “Yeşil yeni düzen”, “yeşil mutabakat” programlarına karşı solun, sosyalistlerin “iklim krizinin acil çözüm programı” ne olmalıdır?
Her şeyden önce şunu görmeliyiz: Burjuvazinin sözünü ettiğiniz atraksiyonları, çevre ve iklim hareketinin yarattığı basınç yanında doğanın tahribatı ve iklim krizinin çıplak gözle dahi görülür hale gelip yaşanıyor olmasından kaynaklanacak yığınsal tepkilerin önünü kesmeyi amaçlıyor. Show amaçlı bu programların gündeme gelmesinde sistemin yaşadığı çok yönlü ve katmanlı krizden çıkış arayışlarının da payı var. Bu programların manipülatif etkisine kapılarak bu sınırlar içerisinde hareket etmenin dışına çıkmak zorunludur.
Kapitalizm, doğa üzerindeki yıkıcı etkilerini sürdürürken, aynı zamanda kendi sürdürülemez doğasını maskelemek için yeşil programlar demagojisini kullanmaktadır. Bu programlar, temelde sadece kapitalizmin işleyişini yeniden düzenleme, yeni sömürü ve birikim modellerine alan açma amacını taşımaktadır. Dolayısıyla sosyalistlerin ve solun iklim kriziyle mücadelede izlemesi gereken yol, bu ikiyüzlü programların kuyruğuna takılmak onların belirlediği sınırlar içerisinde oyalanma tuzağına düşmeden kendi bağımsız hattında yürümek zorundadır.
Sosyalistler ve sol, iklim krizini ele alırken onun kapitalizmin doğa üzerindeki tahripkâr etkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığı gerçekliğini unutmamalıdır. Sosyalistler, sürdürülebilir bir geleceğin inşası için ekonominin planlı bir şekilde yönetilmesini savunurken kaynakların dengeli kullanımı yanında tüketim çılgınlığına son vermeyi, kalkınmacı bir sanayileşme politikasından uzak durmayı, temel toplumsal ihtiyaçların eşit ve adil bir şekilde karşılanmasını esas alırken doğanın dengelerini gözetmeyi de başa yazar.
İklim politikaları, toplumsal adaleti ve eşitliği merkeze koymalıdır. Zayıf ve savunmasız grupların çıkarlarını korumak, iklim değişikliğiyle mücadelede temel bir unsurdur. İklim krizi, yeşil işlerin yaratılması ve sürdürülebilir enerji kaynaklarına geçiş fırsatlarını sunar. Sosyalistler, bu fırsatları değerlendirerek işçi sınıfına ve topluma fayda sağlayacak yeşil istihdam programları geliştirmelidir.
Sonuç olarak, iklim krizi, sadece çevresel bir sorun değil, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal bir sorundur ve bu nedenle kapsamlı bir yaklaşım gerektirir.
Başka alanlarda olduğu gibi, ekolojik yıkım ve mücadele alanında da Doğu ile Batı arasında Aykut Çoban’ın deyimiyle “ayrımcı çevrecilik” yapıldığı eleştirisi çok sık dile getiriliyor. Kazdağları ya da Akbelen’deki orman kıyımına gösterilen duyarlılık ve tepki Dersim ya da Cudi’deki orman yakma/kıyma durumlarında gösterilmediği Kürt ekoloji hareketi tarafından da eleştiri konusu yapılıyor. Siz durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de, Kazdağları, Akbelen gibi batı bölgelerindeki orman tahribatına gösterilen hassasiyetin, Kürt illerinde orman yakma ve kıyımına karşı gösterilmediği yönündeki eleştiriler tümüyle doğru ve haklıdır.
Şovenizmden kaynaklanan bu yaklaşım çevreci hareketin doğası açısından da kendisiyle çelişen bir özelliğe sahip. Doğanın korunması bütünsel olmak zorundur. Biyolojik çeşitliliğin rengi, dili, Kürd’ü, Türk’ü olmaz. Bu evrensel bir meseledir. Çevre/ekoloji hareketi, doğal kaynakların korunması ve sürdürülebilir bir geleceğin inşası amacıyla büyüyen bir küresel harekettir. Bu hareket, temel olarak doğanın ve insanların haklarını savunurken, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesini de göz önünde bulundurmalıdır. Ancak başka birçok alanda olduğu gibi bu alandaki mücadele de çoğu zaman toplumsal kutuplaşma ve şovenizmin etkisi altında kalıyor.
Ege ve Karadeniz’de çevreci, Kürdistan’daki orman yakmalara ve ağaç kıyımına onay veren bir pozisyonda olmak kabul edilemez şovenist bir yaklaşımdır. Bu kafa karışıklığının aşılması için doğanın ve halkların kardeşliğinin hak eşitliği mücadelesiyle iç içe geçmesi zorunludur.
Akbelen’den Cudi’ye bir kardeşlik köprüsü kurmak, ezilen ulusun, ayrımcılığa uğrayan doğanın haklarının daha gür haykırılmasını zorunlu kılar. Halkların ve doğanın kardeşliği ve eşitliği mücadelesi şovenizmin etkisinin sınırlandırılmasında da bir kaldıraç rolü oynar.
Sosyalist mücadele içerisinde hayvan özgürlüğünü nasıl konumlandırıyorsunuz? İnsan dışı hayvanların kapitalist sistem içerisinde tabi olduğu sömürü ve tahakküm ilişkilerinin sona erdirilmesi için mücadeleyi, ekoloji ve toplumsal mücadelenin gündemi haline getirmek için neler yapılmalı?
Bütün mesele insanların hayvanlardan daha üstün canlılar olduğu ön kabulünden kaynaklanıyor. Hayvanlar insanlar kadar yaşama hakkına sahip eşdeğer canlılar olarak görülmüyor. Hayvanlar nesneleştiriliyor. Sistemin biçimlendirdiği insan ve onun egoizmi, hükmetme arzusu doğayı kendi ihtiyaçları doğrultusunda iliği kemiği sömürülecek bir alan olarak görüyor.
Sosyalist mücadele daha geniş bir perspektife doğru açılmalı ve hayvan özgürlüğü gibi konuları da gündemine almalıdır. Emperyalist kapitalist dünyada, hayvanlar da sistemin acımasız tahakkümünün kurbanlarıdır. Bu nedenle, hayvan özgürlüğü mücadelesi ekolojik ve toplumsal mücadelenin ayrılmaz bir parçası olmalıdır.
Endüstriyel çiftlikler, denizlerde aşırı avlanma, orman tahribatı, hayvan ticareti/pet shoplar, keza şiddete dayalı yöntemlerle eğitilen hayvanların gösteri yaptığı ticari işletmeler kapitalizmin doğaya ve hayvanlara yönelik tahakkümünün acımasız sonuçlarıdır.
Sosyalistlerin adalet anlayışı, sadece insanlar arasındaki eşitsizlikleri değil, aynı zamanda insanlar ve diğer canlılar arasındaki eşitsizlikleri de içermelidir. Hayvanlar da duyguları, ihtiyaçları ve hakları olan varlıklardır. Bu nedenle, sosyalist mücadele, hayvanların sömürüsüne son vermek ve haklarını korumak amacıyla genişlemelidir.
Hayvan özgürlüğü mücadelesi, ekolojik ve toplumsal mücadelenin ayrılmaz bir parçası haline getirilmelidir. Endüstriyel çiftliklerin sınırlandırılıp denetlenmesi, avcılığın yasaklanması ve hayvanların yaşam alanlarının korunması konularında etkin bir politika yürütülmelidir.
AKP iktidarı ve ortaklarının Türkiye Yüzyılı programını ekoloji bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz? Önümüzdeki dönem açısından ekolojik yıkım ve mücadele açısından nasıl bir gelişim öngörüyorsunuz?
Türkiye, son yıllarda gözü dönmüş bir yıkım ve talana sahne olmaktadır. Aslında bu doğa yıkımı insanın vicdanını isyan ettirecek boyutta aç gözlü kar hırsına kurban edilmektedir. Tekil olarak şu ya da bu projeye değil, burjuvazinin doğanın yağması ve ucuz iş gücüne dayalı büyüme politikasına ve kriz içindeki sistemin bütününe karşı çıkılmalıdır.
İktidar ve ortakları tarafından yürütülen politikalar, ekoloji ve doğal kaynakların yağmalanmasını içermektedir. Hidroelektrik santraller, maden işletmeleri ve inşaat projeleri, su kaynaklarının tükenmesine, ormanların yok olmasına ve biyoçeşitliliğin kaybına neden olmuştur.
AKP Hükümeti döneminde burjuva hukuku açısından bile çevre denetimleri zayıflatılmış, kıyım ve yapılaşma izinleri daha kolay verilir hale gelmiş ve çevresel etki değerlendirmeleri sıkça yok sayılmıştır. Bu, endüstriyel faaliyetlerin çevresel etkilerinin göz ardı edilmesine ve doğanın tahrip edilmesine yol açmıştır.
Enerji üretiminde kömür ve fosil yakıtlara olan bağımlılık artmıştır. Bu; hava kirliliği, su kirliliği ve sera gazı emisyonları gibi çevresel sorunları derinleştirmiştir. Temiz enerji kaynaklarına yatırım yerine, fosil yakıtların desteklenmesi, ekolojik sürdürülebilirliğe ciddi düzeyde zarar vermektedir.
Tarım alanlarının betonlaşması, su kaynaklarının kirletilmesi ve erozyonun artması gibi sorunlar gelecekte gıda güvenliği ve su kaynaklarının tehlikeye girmesi sürecini hızlandıran bir rol oynuyor.
Önümüzdeki dönem açısından bu alanda kendi cephemizden bıraktığımız boşlukları kapatmanın ısrarı içinde olacağız. Çevre/ekoloji sorununun kapitalizmle bağının gölgelenmesine meydan vermeden emek hareketiyle bu mücadelenin ilişkisini güçlendirmeye odaklanacağız.
Mevcut çevre/ekoloji hareketleri de bu eksende bir yönelimi büyütürse bunun yarattığı sinerji, mücadelede sıçramalı bir gelişimin önünü açacaktır.