Emek ve Ekoloji Mücadeleleri, Sınıf Savaşımının Farklı Düzeylerdeki Görünümleridir; Politik Düzlemde Özneleri Aynıdır
Nazlıcan Demir-Polen Ekoloji Kolektifi
Sizce ekoloji mücadelesi ile emek mücadelesi nerelerde birleşiyor? Kuramsal, kavramsal ve pratik bağlamda neler söyleyebilirsiniz?
Bu birleşme öncelikle bu mücadeleleri nasıl tanımladığımız ile ilgili. Ekoloji mücadelesi sadece insandan uzakta, biraz özlem duyulan dağın, ormanın, akarsuyun, vahşi yaşamın ya da tüm dünyayı daha doğrudan etkileyen kutupların, atmosferin, vb. korunması olarak ele alınırsa – ki, artık böyle yaklaşımların etkisi büyük oranda azaldı – elbette diğer toplumsal mücadelelerle doğrudan bir bağını kurmak zorlaşır. Yine, emek mücadelesi olarak sadece işçi ve emekçilerin ekonomik hak temelli taleplerini, tek tek fabrika ve işyerlerindeki taleplerini görürsek buradan da anlamlı bir yakınlaşma çıkmaz.
Bugün kapitalizmin içine girdiği derin ekonomik ve ideolojik kriz ve bir bütün olarak kapitalist toplumun krizi, yani toplumsal çürüme ve çözülme hali, nesnel olarak yaşamın her veçhesini bütünlüklü değerlendirmeyi düne göre daha güçlü dayatıyor. Bu bütünlüklü bakış kuramsal olarak ancak marksizmin bize sağladığı diyalektik materyalist yöntem ve tarihsel deneyim ile mümkün. Emek ve ekoloji mücadeleleri, bu açıdan esasen sınıf savaşımının farklı düzeylerdeki görünümleridir, politik düzlemde özneleri aynıdır. Nihai olarak kapitalizmin yıkılmasını, yani kapitalist devlet iktidarının yıkılıp işçi ve emekçilerin siyasi iktidarını mümkün kılacak bir hattı öngörürler.
Elbette, bu amaca tabi olarak günübirlik süren sınıf savaşımında işçi sınıfı ve ezilenlerin siyasi özneleşme süreci çeşitli emek örgütlerinde, ekoloji örgütlerinde gerçekleşiyor. Bunlar bir sorun etrafında harekete geçen insan grupları olarak kitle örgütlenmeleridir. Sendikalar, kolektifler, dernekler, olabileceği gibi siyasi partiler de böyledir. Bu örgütler mücadelede yan yana gelmenin araçlarıdır ve pratik bağlamı da tam da bu örgütlerin programları, amaçları şekillendirir.
Emek, insanın kendi varlığını sürdürmek için toplumsal düzeyde doğayla kurduğu etkileşimlerdir. Tarih boyunca farklılaşan etkileşimler insanın üretim faaliyetleridir ve hem insanı hem de insanın içinde yaşadığı çevreyi şekillendirir. Kapitalist toplumda ücretli emek biçiminde süren bu faaliyetler, emek sömürüsüne ve doğanın kâr amacıyla yağmalanmasına dayanır. Bu yağmalama üretim sürecinde hammaddelerin çıkarılması, işlenmesi ve sonraki süreçte işçinin maruz kaldığı kimyasallarla, tehlikeli maddelerle doğrudan temasıyla ya da uzun dönemde atıkların havaya, suya karışmasıyla işçinin bedeninin zehirlenmesi, hastalanması ve buna bağlı ölümlerle işçileri, yani emeği yıkıma uğratır. Kapitalist üretim süreçlerine içkin olan, günübirlik, yavaş şiddet biçiminde ortaya çıkan meslek hastalıkları böyledir. Bu aynı zamanda emeğin ekolojik yıkımıdır, zira emeğin kendini var ettiği koşulları ortadan kaldırır. Emeği bu koşulların karşısına diker.
Marx’ın insanın inorganik bedeni, uzantısı olarak ifade ettiği doğanın yağmalanmasının insanı, yani bedenin organik parçasını böyle etkilemesi aynı zamanda toplumsal bir ilişki olan sermayenin birikim sürecidir. Demek ki, burada bahsedilen insan, emek-sermaye çelişkisi içinde var olan işçi ve emekçilerdir. Burada tarihsel olarak yanlış anlaşılan ya da istismar edilen bir yöne vurgu yapmak yerinde olur. İnsan ve doğanın diyalektik ilişkisini anlamak için belirli bir analitik ayrıma gitmenin ötesinde insanı doğayı tahakküm altına alan, alması gereken bir fail olarak gören anlayışlar marksizme ait değildir, bunlar çarpıtmadır. İnsanın zorunluluk ilişkilerini tarihsel olarak kavramaya dönük marksist teorik çalışmalar tam da emek ve ekoloji mücadelelerinin birliğini pratikte kuran hattın kendisidir.
Rob Nixon, 2011’de yayımlanan Slow Violence and the Environmentalism of the Poor (Yavaş Şiddet ve Yoksulların Çevreciliği) isimli eserinde, yavaş ve uzun süreli, yıkımlarını sabırla gerçekleştiren felaketleri ele alıyor. Kimyasal ve radyolojik şiddetin özellikle yoksulların bedenlerinde büyük ölçüde gözlemlenmeden, teşhis edilmeden veya tedavi edilmeden kalan hücresel mutasyonlara yol açtığını belirtiyor. Nixon, beşerî bilimler alanında o ana kadar adı net bir biçimde konulamamış çevre sorunlarını “yavaş şiddet” olarak isimlendiriyor. Yavaş şiddet zamana yayılmış ve fark edilmesi zor bir süreç. Bu süreci en ağır şekilde yaşayan yoksulların bu şiddetin görünürlüğünü sağlaması doğanın yağmalanmasının görünürlüğü kadar kolay olmuyor. Bunun ölümcül sonuçları ortada adeta faili meçhul cinayetler bırakıyor. İSİG Meclisi verilerine göre, Türkiye’de 2022 yılında 1843 işçi iş cinayetinde hayatını kaybetti. Başlıca ölüm nedenleri servis kazası, düşme, ezilme, patlama, kalp krizi, intihar, şiddet, Covid-19 görülmektedir (İSİG Meclisi, 2023). Yavaş şiddet olan meslek hastalıkları işte bu iş cinayetlerinin bir başka biçimidir. Emeğin ekolojik yıkımı şeklinde ifade ettiğimiz işçinin bedenindeki kanser, silikozis, akciğer hastalıkları gibi birçok hastalık, stres gibi sebeplerle normal sayılan pek çok psikolojik hastalıklar, üretim sürecinde kesilen orman, kazılan toprak, kirletilen akarsu, öldürülen hayvanlar, karbonlaştırılan atmosfer, vb. ile bütün bir tablo oluşturmaktadır. Dahası kârı en fazlalaştırmak için yapılan bu üretimin sonucunda ortaya çıkan her açıdan sağlıksız ürünlerin, gıdanın etkileri de öncelikle işçiler, ezilenleri etkilemektedir.
Maden, enerji, metal, otomotiv, çimento gibi enerji yoğun ya da ilaç, deterjan, işlenmiş gıda gibi kimya sektörleri değil sadece bir bütün olarak tüm üretim alanlarında benzer durumlar söz konusu. Ama bunlar meslek hastalığı ya da iş kaynaklı hastalıklar kabul edilmiyor, çünkü ya doğrudan bağı kurmak için elde yeterli kanıt olmuyor ya da hastalıklar çok sonra ortaya çıkıyor. Aliağa’da yaşanılan gerçek de budur. Küresel zehirli atık ticaretinden şirketler kâr elde ederken işçiler, Aliağa halkı her geçen gün daha fazla yıkımla yüzleşmektedir. Genel olarak meslek hastalıkları denilen ama Emekoloji Meclis Girişimi tarafından emekçinin ekolojik yıkımı, emekoloji olarak adlandırılan bu konunun ekoloji mücadelesi ile emek mücadelesinin bir ve ortak bir mücadele olduğunu açıkça gösterebilmesi önemli.
Akademisyen Aslı Odman, 2020 tarihli yazısında, sermayenin, birikim sürecinde emek ve doğayı kaynağa çevirmesini, Marx’tan alıntı ile “canını/canlısını ölçme, biçme, tasnif etme, sayma, sonunda araç ve ölü hale getirme” işlemi olarak açıklamaktadır. Bu nedenle de ekoloji mücadelesinin sınıfsal temeline dayanarak kapitalizme karşı emekçinin kurtuluşu mücadelesinin ekolojik mücadeleyi de kapsaması gerektiği vurgulanmaktadır (El Yazmaları I, 24 Eylül 2020).
Dünya Sağlık Örgütü, daha sağlıklı ortamların, küresel hastalık yükünün neredeyse dörtte birini önleyebileceğini belirtmektedir. Temiz hava, istikrarlı iklim, yeterli su, sanitasyon ve hijyen, kimyasalların güvenli kullanımı, radyasyondan korunma, sağlıklı ve güvenli işyerleri, sağlam tarım uygulamaları, sağlığı destekleyen şehirler ve yapılı çevreler ve korunmuş bir doğa, iyi bir sağlık için ön koşullar olarak belirtilmektedir. 2016’da 13,7 milyon ölümün, yani küresel ölümlerin %24’ünün değiştirilebilir çevresel risklerden kaynaklandığı, toplam küresel ölümlerin neredeyse 4’te 1’inin çevre koşullarıyla bağlantılı olduğu açıklanmıştır (DSÖ).
Cora Roelofs ve David Wegman’ın Workers: The Climate Canaries (İşçiler, İklimin Kanaryaları) başlıklı yazısı halk sağlığı, emek ve ekoloji ilişkisinde çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. Maden ocaklarındaki karbon monoksit ve diğer zehirli gazların tespit edilebilmesi için kanaryalar kullanılırdı. Aşırı sıcakların etkileri gibi iklim değişikliğinin kimi sonuçları sadece işçilere özgü olmasa da işçiler, bu açıdan “kömür madenindeki kanaryalar” işlevi görür.
“Pestisit DBCP, aroma maddesi diasetil ve bir alerjen olarak lateks gibi kimyasallara maruz kalınan birçok vakada işçilerin bedenleri alarm vermiş, bu da daha sonra daha geniş nüfus etkilerinin araştırılmasına yol açmıştır. Bu vakalarda, iklim değişikliği etkilerinde olduğu gibi, çalışanların maruziyetleri sıklık, süre ve yoğunluk bakımından daha fazladır ve bu nedenle daha geniş toplum sağlığı etkileri için alarm veren ‘sentinel vakaları’ temsil eder. Potansiyel olarak iklim kanaryası görevi gören işçilerin bir örneğine dünyadaki şeker kamışı tarlalarında tanık olunabilir. Orta Amerika’daki şeker plantasyonlarında yaşanan artan sıcaklık yoğunluğunda, 20 binden fazla işçi büyük olasılıkla aşırı sıcaklığa maruz kalma, pestisit maruziyeti, ‘parça başı iş’ ödeme sistemi ve yeterli hidrasyon, dinlenme ve kimyasal maruziyetlerden korunmayı engelleyen diğer istihdam koşullarının bir araya gelmesinden kaynaklanan kronik böbrek hastalığından ölmüştür. İklimle ilgili mesleki hastalık ve yaralanma vakalarını tespit edebilecek, vakaları izleyecek, raporlayacak ve müdahale edecek ne küresel ne de ABD’ye ait bir gözetim sistemi bulunmaktadır.” (Roelofs ve Wegman, 2014: 1799- 1801).
Tüm bunlar emek ve ekoloji mücadelesinin kapitalizmin olduğu her noktada, üretim alanlarından metaların dolaşım alanına ve emeğin yeniden üretim alanlarına, birleşebileceğini gösteriyor. Burada mesele kendini emek ya da ekoloji örgütü olarak tanımlayan yapıların bu bütünlüğü gören bir yerden işçi sınıfı ve ezilenlerin birleşik devrimci siyasi mücadelesini büyütmek için kendilerini konumlandırabilmeleri, kendilerini kapitalizmi yıkma, siyasi iktidarı alma stratejisinin bir parçası olarak görmeleri oluyor.
Ekoloji hareketleri ile emek mücadelesi sık sık karşı karşıya geliyor, Bergama’dan Akbelen’e… Bu gerilimi nelere bağlıyorsunuz ve nasıl aşılabilir?
Aslında bu karşı karşıya gelme görüntüsü, burjuva ideolojik kara propaganda çalışmalarının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Elbette gerçek bir zemini var ama her bir durumda yereldeki duruma tek tek bakmak, incelemek gerekiyor. Karşı karşıya gelinen durumlar tam da mücadele alanlarını kendi içinde bir son olarak gören, kapitalizme dair tutarlı bir analizi olmayan çizgideki örgütlerin, hareketlerin öne çıktığı anlar oluyor. Oysa yukarıda doğa savunucularıyla işçilerin bir sınıf olarak çıkarlarının nasıl örtüştüğüne değindik. Tıpkı bu tür çevre direnişlerini yerelden olanlar dışarıdan gelenler gibi ayrıştırıp tasfiye etmeye çalışan çarpık görüşler gibi mülksüz işçi-topraklı köylü gibi yanlış zeminde duran ikiliklerle esas düşman, yani devlet-şirket işbirliği ve onların şiddet kullanma tekeli olarak kolluk güçleri, hedefin dışına çıkarılıyor. Burada yerelin özgünlüklerine göre direnişin kazanılması, eğer bir halk isyanı varsa bunun yayılması, daha büyük hedeflere yönelmesi, geri uzlaşmalardan kaçınılması gibi toplam mücadele dinamiklerinin çıkarına uygun bir siyasi akılla taktik adımlar atılması emek ve ekoloji örgütlerinin elbette görev ve sorumluluğu. İşçilerin faşist, gerici sendika ya da partilerin ne kadar güdümünde olduğuna bakılarak onlarla karşı karşıya gelmemek için gerçek sınıf düşmanlarını işaret eden ısrarlı çalışmalar yapmak bunun bir parçası.
Akbelen’deki mücadele sonucunda, TBMM Genel Kurulu, maden sahasındaki çalışmalarla ilgili genel görüşme yapılmasına ilişkin önergeyi müzakere etmek üzere toplanmıştı. Akbelen maden sahasında çalışan Türkiye Enerji, Su ve Gaz İşçileri (TES-İŞ) Sendikası üyesi 100 işçi, TBMM kapısında basın açıklaması yaptılar ve çevrecilerin üretimi engellemeye çalıştığını belirttiler: “Bizim ağaçların kesilmesi ve madenlerin çıkarılmaması gibi bir derdimiz yok. Ülkemizde işimize, ekmeğimize sahip çıkabilmek için elimizden geleni yapıyoruz. Biz yıllardan beri hem Yeniköy’de hem de Kemerköy’de yaklaşık 3 bine yakın çalışan arkadaşımızın eşleri ile beraber 15 bini bulan arkadaşlarımızın hakkını savunmak için buradayız.”
Özelleştirmelerden sonra taşeronlaşmanın getirdiği zor şartlar altında çalışan, üç aydan fazla zamandır maaşlarını alamayan işçiler Akbelen’de sermaye-sendika ilişkilerinin yakından tanığı olmuştu. Kemerköy Termik Santrali’nde sendikasız olarak Garanti Koza bünyesinde çalıştırılan 536 işçi Ağustos ayında Akbelen direnişi sürerken yaptıkları eylemde santralin kapısını giriş ve çıkışlara kapatmıştı. Yine aynı eylemde köylüler işçilere destekte bulunmuşlardı, çünkü orada çalışanlar genellikle bölge halkından, köylülerden oluşuyordu. İşçiler de sermayenin kendi bedenlerine verdiği zararın farkında olduğu gibi kendi yaşam alanlarına verdiği zararın da farkındalardı. Direnen köylüler santralde çalışan yakınları için de direniyorlardı. Her yıl bir başka yakınını kanserden kaybetmemek için direniyorlardı. Santralin onlar için cehennem çukuru olduğunu onlar gibi işçiler de biliyorlar. İşte burada iktidar, jandarma ve polisiyle iktidar korumasındaki şirket, şirketle iç içe geçmiş sarı sendikalar ve bunların yereldeki işbirlikçileri tüm olanaklarını kullanarak büyüyen, yayılan ve bir isyana dönüşme potansiyeli taşıyan direnişi sönümlendirmeye çalıştılar. Olan budur. Tabi, bu eylemlere katılan, ideolojik olarak sıkılaşarak faşist kitle tabanı durumuna gelmiş işçiler, mücadelenin bir parçası olarak görülemez. Bunlar yereldeki sosyal ilişkilerine bağlı olarak yalıtılıp duruma etkisiz hale getirilebilir, sosyal izolasyona uğratılabilir. Bunlar da mücadelenin taktikleri arasındadır.
Türkiye’deki termik santrallerin sadece yarattıkları hava kirliliği yoluyla 2019 yılında 5 bin erken ölüme yol açtığını ve bu santrallerin topluma yüklediği sağlık harcamalarının bir yılda 54 milyar TL olduğunu araştırmalar gösteriyor. Sağlık ve Çevre Birliği adlı kurumun araştırmasına göre 1965-2020 yılları arasında Türkiye’de kömürle elektrik üretimi yaklaşık 200 bin erken ölüme, 62 milyon iş günü kaybına, 11 milyon hastaneye yatışa ve 320 milyar Euro’ya varan maliyetle diğer sağlık etkilerine yol açmıştır. Türkiye’de 2019 yılında işletmede olan 28 santralin sağlık maliyetlerinin değerlendirildiği rapora göre, bölgedeki santrallerin yarattığı hava kirliliğinin kümülatif sağlık maliyeti, tüm Türkiye’deki termik santrallerin sağlık maliyetinin neredeyse üçte birini oluşturmaktadır. Sağlık sisteminin özelleştirilmesi sonucu işçilerin sağlığa erişiminin kısıtlandığını da hesaba katarsak emek ve ekoloji mücadelesi nasıl karşı karşıya gelebilir? Bakın bu 11 milyon hastaya yatış patronlar değil, işçiler. İşçi sınıfının çıkarı doğanın korunmasındadır, mesele bu kadar sadedir.
Yine örneğin, 2019’da uydu görüntüleri kullanılarak yapılan bir araştırma, Muğla’nın bir kükürtdioksit sıcak noktası olduğunu ve bu açıdan dünyanın en yoğun on dördüncü sıcak noktası olduğunu ortaya koymaktadır. Raporda, 2020 yılında her üç santralin hava kirliliği ve atık sistemlerinin bakanlık tarafından denetlendiği ve bu denetimde Kemerköy ve Yeniköy’ün mevcut arıtma sistemleriyle mevzuattaki kükürtdioksit sınırının aşıldığı, Yatağan’ın atık sahasının uygun hale getirilmediği ve vahşi depolama yönteminin kullanılmaya devam ettiği ortaya çıkmıştır. Kemerköy ve Yeniköy tesisleri için yapılan iyileştirme sözleşmelerine rağmen bu tesislerin hiçbirinin askıya alınmadığı hatta çevre ve sağlığa zarar verdiklerini gösteren birçok çalışma göz ardı edilerek çevre izinlerinin verildiği ya da uzatıldığı belirtilmektedir.[1] Muğla’da işletmede olan üç kömürlü termik santralden kaynaklanan 1982-2020 yılları arasındaki kümülatif sağlık yükü, 1,48 trilyon Türk lirasına olarak açıklanmaktadır. 68.324 erken ölüm, 43.725 erken doğum, 39.995 yetişkinde yeni kronik bronşit vakası, 455.738 çocukta bronşit vakası olarak açıklanmaktadır.[2]
Akbelen’deki, Aliağa Gemi Söküm İşletmeleri’ndeki deneyimlerden de öğrendiğimiz emek ve ekoloji mücadelesi birleşmediği, daha doğrusu aynı mücadelenin bir parçası olduğu mücadele öznelerinin bilincine çıkarılmadığı sürece sermayenin ücret, ekmek parası üzerinden bu sahte çelişkiyi keskinleştirmeye çalışacağıdır. Asbest ve çeşitli kimyasallarla yüklü eski savaş gemisi Sao Paulo’ya karşı eylemler düzenlenirken bazı ekolojistlerin gemi söküm tesisleri kapatılsın söylemi işçilerin de tepkisini çekmişti.
Dahası gemi sökümü kapatıldığında ya da daha “yeşil” hale getirildiğinde kâr mantığı değişmiş olmuyor ve işçiler bu kez başka türlü sağlıksız, güvencesiz koşullarla, doğa başka türlü bir dışsallaştırmayla karşı karşıya kalacaktır. Adil dönüşüm tartışmalarını da yine bu anlamda ekoloji ve emek hareketlerinin özgün talepleriyle ilişkilenerek, güncel tartışmaların anti-kapitalist politikasını oluşturarak işçi sınıfını sermayenin yeşil programlarından koparacak mücadeleyi örgütleyerek aşabiliriz.
İşte burada stratejiye tabi taktik adımlar devreye giriyor. Bu işçilerin geçim derdinin dert edinmeyen bir ekoloji mücadelesi elbette kazanamaz. İşçinin sağlığını, yaşadığı çevreyi dert etmeyen bir sendikal mücadele ise gerçekte işçinin çıkarını savunmuş olmaz. İşte bu siyasettir: Bu koşullar nasıl oluştu, burada kazanan kim, çıkarı olan kim, bu çıkarı hangi güçler koruyor, peki işçinin, ekolojistin çıkarı nereden geçiyor? Bu mücadelelerde işçinin işten atılması ya da bir ağacın kesilmesi elbette birbirinin karşısına konulamaz ya da birbirine indirgenemez, ve bunlar ancak ezilenlerin dayanışmasıyla, örgütlülüğüyle, sınıf bilinciyle aşılır. Kolay yol yok, ama bu yola girmediğimizde zaten yine ölen biz oluyoruz.
Sendikal mücadele ekolojiyi ne kadar gündeme getiriyor? Buna yönelik ön açıcı çalışmalar var mı?
Bunu cevaplamak için öncelikle sendikaların bugün sınıf mücadelesindeki oynadıkları ya da oynayabilecekleri role dair bir şeyler söylemek gerekir. Basit cevap ekolojinin pek gündeme gelmediğidir; ama Türkiye ve dünyada sektörel uygunluk nedeniyle çok daha güçlü ses çıkaran sendikalar da var. Peki bu güçlü sesler ekolojik çöküşe karşı daha güçlü bir mücadeleye dönüşüyor mu? Esas soru budur. Dönüşmüyor, çünkü özellikle kurumsallaşmış büyük sendikalar, emperyalist kapitalist rekabetin güncel iç çelişkilerinin bir parçası olarak ekoloji, doğa politikalarında yeşil sermayenin yedeği haline gelmektedir. Bunlar dışında bağımsız ve taban inisiyatifiyle örgütlenen sınıf sendikacılığı çizgisindeki yapılar ise türlü siyasi baskılarla ve imkansızlıklarla karşı karşıyalar ama umut bu tarafta yatmaktadır. Yine de sendikaların 1960-70’lerde dünya kapitalizminin sosyalizm “tehdidi” altında işçi sınıfına verdiği tavizlerde oynadığı rolle, bugün emperyalist küreselleşme evresinde, küresel kronik işsizliğin olduğu, emeğin siyasi örgütlülüğünün alabildiğine sınırlandığı ve baskılandığı, faşist emek süreçlerinin örgütlendiği koşullarda oynayabileceği rol aynı değildir, daha sınırlıdır. Kapitalizm özellikle 2008’den sonra istikrarlı bir büyümeden uzaklaşmış, emperyalist rekabetlerin çözümünde bölgesel savaşlar giderek daha fazla yer etmeye başlamış, sermaye yeni yatırımlara yönelmek yerine doğanın talanını ve emeğin sömürüsünü artırarak kârını korumak, spekülatif alanlara kayarak işçi sınıfının ürettiği servete el koymak yolunda ilerlemiştir. Yani, sendikalar aracılığıyla işçi sınıfına taviz verilecek esneklik kalmamış, dahası onu buna itecek bir sosyalizm tehlikesi de mevcut bulunmamaktadır. Bu açıdan sendikalardan ne kadarını beklemek gerektiği üzerine dikkatli düşünmek gerekir.
Paul Burkett Marx ile Engels’in, işçi sınıfı birliklerine, bu birlikle ücret-emek ilişkisinin ötesine geçen amaçlar için gayret gösterdikleri ölçüde tarihsel bir önem atfettiklerini belirtir. Burkett’in vurguladığı bu nokta önemli. İşçilerin tekil, yani tek tek işyerlerindeki ya da belli bir sektördeki ekonomik talepli mücadeleleri, onları daha büyük mücadelelere girişmek üzere eğitir. Kendinde bir sınıf olmaktan kendi için bir sınıf olmaya, yani siyasi bir özne olarak sınıfın kurulumuna giden yolda sendikalar hala kritik bir noktada duruyorlar. Ama şöyle bir denklem yok: işçiler önce sendikalarda ekonomik mücadelelerle bilinç kazanırlar sonra siyasi örgütlenmelere giderler. Hayır, bugün Türkiye’de hem devrimci sınıf sendikacılığı yapan sendikalar var hem de işçi sınıfının tarihsel rolünü oynaması için onların çıkarları doğrultusunda örgütlenen öncü siyasi örgütler var. Bunlar devrimci mücadelenin içinde stratejinin bir parçası olarak yer alırlar. İşçilerin ekoloji temelli talepleri bu açıdan onların siyasi mücadeleye doğrudan atılmaları için oldukça elverişli bir alan ve sınıf bilinci özellikle genç işçiler arasında güncelde buradan şekilleniyor.
Ekolojik çöküş ve fırtınalar, kuraklıklar, kontrol edilemeyen yangınlar ve ölümcül sıcak hava dalgalarıyla iklim krizi giderek sendikaların da gündemine girdi. Ekolojik kriz yerel küçük olguların ötesinde kitlelerin gündelik yaşamını etkileyen gelecek kaygısını tetikleyen bir rol de oynuyor. Pandemi, artan kanser vakaları, kuraklık, güvencesiz gıda, orman yangınlarında sınıfa etkileri görülüyor. Fuat Filizler, ekoloji sorun ve çelişkisindeki bu sınıfsal genişleme ve derinleşme, ortalama kendiliğinden işçi bilincindeki iş-ekmek sorunu ile doğa-ekoloji sorunu arasındaki bağdaşmazlığın aşılabilir hale gelmesinin zeminini oluşturduğunu belirtiyor ve buradaki en temel sorunun “toplumsal sınıf ve ona içerili hale gelmesi gereken toplumsal yeniden üretim ve ekoloji halkalarının organik bir bütün olduğu, bunların birindeki eksikliğin zaten zayıf olan diğer halkaları daha da sığlaştıracağı ve devrimciliğini, sosyalistliğini sorgulatır hale geleceği” olması olarak açıklıyor.
2021 yılında Glasgow’da 30’dan fazla sendika “Kamusal, Düşük Karbonlu Bir Enerji Geleceği için Sendika Programı” oluşturmak üzere toplandı. Genel olarak enerji sektörü üzerine odaklanan programda uluslararası sendikal hareketi iklim ve enerji politikalarında değişim yaratmaya yönelik sendikaların bir araya gelme girişimi olduğu görülüyor. Programda, piyasa modelinin başarısızlıklarını düzeltmek ve enerji dönüşümünde sosyal açıdan adil ve uygulanabilir iklim hedefleri açısından da etkili olacak uygulamaların gerekliliği tartışıldı. Burada sürdürülebilirlik kriterlerine bolca yer verilen ortak metinde piyasa modelinin başarısızlıklarını düzeltmek anti-kapitalist bir emek-ekoloji hareketinin benimseyeceği bir fikir olmayacaktır. Ancak sendikaların sermayenin yeşil yıkama ve adil geçiş kavramlarına karşı enerji alanındaki tartışmaları sunmaları açısından önem taşımaktadır. Türkiye’de DİSK ve KESK’in Enerji Demokrasisi için Sendikalar (TUED)[3] oluşumunun bir üyesi olmasa da programın destekçisi oldukları görülüyor ancak bu metin üzerinden herhangi bir adım atılmadığı görülüyor. Konferanslara, toplantılara katılınıyor ve kararlar alınıyor ancak işçileri emekoloji ekseninde harekete geçirecek bir sendikal güç eksikliği görülüyor. Bunun için sendiklara yönelik genel eleştiriler ve Türkiye’de sendikal hareketin genel sorunlarının düzeltilmesini beklemeden bu alanın politikleştirilmesinin önemli olduğunu görüyoruz. Ekoloji ve emek örgütlerinin politik programlarının bu yönde zorlayıcı olması sendikaları da harekete geçirecektir.
Konu hakkında ek olarak neler söylemek istersiniz?
Marksist ekolojistler olarak ekoloji mücadelesini baştan aşağı politik bir mücadele olarak görüyor, teorimizi pratiğin gerçekliğinden besliyoruz. Şu ana kadar ütopik bir hatta duran ekoloji hareketini, yani daha ekolojik bir dünya tahayyülü kurarken buraya nasıl gidileceğine dair ciddi ve istikrarlı bir düşünme sistemi olmayan çizgiyi, bu açıdan içerip aşmak bizim görev ve sorumluluğumuz. Son yıllarda ekolojik çöküş etrafında gelişen kendiliğinden kitle bilincini gerçek bir siyasi toplumsal güce dönüştürecek bir potansiyel taşıdığımızı düşünüyoruz. Bu potansiyeli gerçekleştirmek için sınıf mücadelesi tarihinin bize sunduğu tüm araç ve biçimleri, tüm örgütsel formları kullanmak gerekiyor. Ekolojik çöküş ve iklim krizi ne yalnızca eriyen kutuplar, durdurulamayan sera gazı emisyonları ve bunlar etrafında kronometresi tutulan geri sayımlardır, ne de sadece faydacı bir şekilde belli bir alandaki “bize” yeten doğa parçasını korumayla ilgilidir, kaldı ki ekosistemler sınırsızca birbirine bağlıdır ve bugünkü toplumsal düzen bu karşılıklı bağımlılığın sonuçlarını alabildiğine hızlandırmıştır. Bu açıdan doğayı, doğa tarihini işçi sınıfının tarihi olarak görüyor ve gelecek kuşaklara daha iyi koşullarda bir doğa bırakmanın aynı zamanda bugünü kurtarma mücadelesinden geçen bir ekolojik etikle beslendiğini söylüyoruz. Tüm bunlar emeğin ve ekolojinin daha yüksek düzeylerde birleşmesinin zeminleridir.
Dipnotlar:
[1] Demir, N. (2023, Ağustos). #Emekoloji: Akbelen: Sermaye Karşısında Emek ve Ekoloji Mücadelesi. Polenekoloji.org. https://www.polenekoloji.org/emekoloji-akbelen-sermaye-karsisinda-emek-ve-ekolojimucadelesi/
[2] Health and Environmental Alliance, https://www.env-health.org/wp-content/uploads/2022/01/CC_BriefingTurkey_Mugla_TR.pdf
[3] https://www.polenekoloji.org/emekoloji-kamusal-dusuk-karbonlu-bir-enerji-gelecegi-icin-sendika-programi/